Kalabalığına, bir iki kere gasp teşebbüsüne uğramış olsam da, akşamüstü İstikbal caddesini boydan boya arşınlamak, günün tüm yorgunluğunu alır.
İstanbul'a ilk geldiğim yıllarda Zonguldak'tan bir tanıdık yüze rastlamak için Beyoğlu'na çıkar, "Gurbet ne kadar acı" şarkısını söylerdim. Şaka bir yana, İstiklal caddesine her çıktığınızda bir tanıdık yüze rastlamamak ya da anı rüzgarına kapılmamak olası değil.
Bugün daha bir İstanbulluyum ve bu gezintiler sırasında rastladıklarım da İstanbul'da biriktirdiğim eş, dost ve arkadaşlar. Yine de Beyoğlu'nda hissettiğim ya da yaşadığım bir şeyler, "geçmişe yolculuk" yapmama ve "anı" yüklenmelerine yol açıyor. Hele, "Yaş otuzbeş, yolun yarısı" olmuşsa. Yaş ilerledikçe insanın uzak geçmişle ilişkileri daha netlik kazanıyor. Bilmem farkında mısınız? Dün yediği yemeği anımsayamayanlardansanız, belleğinizin bu oyununu daha iyi algılarsınız. En azından ben öyle sanıyorum.
Bu anımsamalardan biri beni çocukluğuma götürdü.
Beyoğlu'nun, adı helvayla özdeşleşmiş yeni bir mekanı, en son 6 yaşlarımdan anımsadığım ve yıllardır aradığım bu tada kavuşturdu beni:
Zonguldak maden işçilerine her aybaşında verilen, bir tür emeklerin ödüllendirilmesi gibi algılanan, daha çok kazanılan sendikal hakların sosyal amaçlı geri ödemesi olan o tat.
Ağız tadından taşkömürü tadına
Bilen bilir...
Zonguldak, taşkömürünün; 1860'lı yıllarda buharlı gemilerde kullanılmasından ötürü stratejik bir öneme sahip olur. Zonguldak Taş Kömürü Havzası'nın bulunuş tarihiyse 1829 olarak kabul görür.
1848 yılında, Padişahın (Abdülmecit) kişisel mallarının hazinesi olan Hazine-i Hassa'ya bağlı Emlak-ı Şahane arasına alınan Zonguldak taşkömüründen kimler yararlanamaz ki... Padişah kendisine düşen hisseyi, uygun gördüğü vakıf ve dernekler arasında pay eder.
Bunlardan biri, Zonguldaklının karın tokluğuna, zoraki çalıştırıldığı o yıllarda, Mekke'deki Kabe'nin bakım ve onarımı, bakıcısının maaşı ve gaz lambası giderleri, Zonguldak'tan elde edilen gelirle karşılanır.
Zonguldak yöresindeki kömür ticaretine, Osmanlı İmparatorluğu'nun 1848 sonrası, Galata Sarrafları dahil kurtuluş savaşı dönemine kadar başta; Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya olmak üzere çok ülke doğrudan girer.
"İş mükellefiyeti"
Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması, madenlerin devletleştirilmesiyle birlikte (10 Eylül 1921'de 151 sayılı Ereğli Havzayi Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun), iş ve işçilik hakları güvence altına alınmış gözükse de, Zonguldak madencisi için değişen bir şey olmaz.
Zonguldaklının karşısına bu kez, 28 Şubat 1940 yılında yayınlanan bir kararname ile "İş Mükellefiyeti" çıkarılır. Cumhuriyet döneminin yüz karası olan bu ikinci "mükellefiyet"likte, köylerden işçi toplanır, maden ocaklarında çalışmak istemeyenler cezalandırılır.
1948 yılına kadar bu baskıya boyun eğen Zonguldaklı, artık o günleri anımsamıyor bile. Başlangıçta "zoraki" yapılan madencilik zamanla öyle benimsenir ki; bir madencinin çocuğu doğduğunda, eğer erkekse, ebe kahveye "kazmacı geldi" ya da "domuzdamcı geldi" diye haber uçurur olur.
İşte bu kabullenişin temelinde işçilik kavramının yerleşmesinin, sömürüye karşı direnmenin payı vardır. Taşkömürüne "zoraki" ve "beş parasız" kazma vurulduğu günler geride kalırken, maaş artı erzak çıkını sendikal kazanımların ilki olur. Ardından işçi sağlığı ve iş güvenliği gelir.
Erzak çıkını
Maden işçilerine hazırlanan o erzak çıkınında, beni en çok ilgilendiren işte o helva olurdu. Her ayın 5'inde, üç kardeş (henüz 5'lememişlerdi bizimkiler) babamızın yolunu gözlerdik. Ucuz ambalajlı, içi sütlü kahverengi görünümünde, 250 gramlık helva paketi, herhalde tüm madenci çocuklarının beklentisiydi.
Bir gün sessiz sedasız helvanın gelişi durdu. Babam, "Helva yerine artık para veriyorlar. Sendikacılar öyle istedi" dedi. Çocuk aklımız ermedi bu işe. Sendika neydi? Helvamıza nasıl karışırdı anlamadık ve ille de o helvadan istedik. "Yoğu vareden" rahmetli babam, ne yapıp etti ve bir süre daha o helvadan getirdi bize.
Helva fabrikası kapanır
69 mevkii dediğimiz yerdeki bir fabrikada üretilirdi helva. İşçilere toplu verildiği için perakende satışı yaygın değildi. EKİ'nin (Ereğli Kömürleri İşletmesi. Şimdiki adıyla Türkiye Taşkömürü Kurumu) toplu alımı durunca bir süre satışa sunulan helva, sonraları sessiz sedasız ortadan kalktı. Fabrika kapanmıştı.
Yıllar yılı taşkömürü kurumuna sırtını dayayan ve kolay para kazanan bir çok irili ufaklı fabrika gibi, helva fabrikasının kapanması ağız tadımızdaki bozulmanın ilk işaretiydi. Oktay Akbal, her ne kadar "Önce Ekmekler Bozuldu" dese de, Zonguldaklının, teknolojik gelişmeyle birlikte ilk bozulan ağız tadı oldu.
Ne tahin helvasına benzerdi ne de irmik helvasına tadı. Belki birazcık un helvasını andırırdı ama o da değildi. Minik parçalara böler, çelik çomak oyunu arasında ekmeğimize katık ederdik o tadı. Hiç düşünmezdik, o 250 gramlık paket içindeki tat için verilen onca mücadeleyi.
O gündür bugündür, çocukluğumdan kalan bazı tatları arayışım hiç bitmedi. Nitekim, bir Beyoğlu akşamında, bozulan ekmeğimize nazire yaparcasına o helvayı tattım. Şimdi merak ettiğim, benden başka o tadı arayan olup olmadığı. (AD/BB)