Taşkızak Tersanesi’nde çalıştığım ilk yıldı sanırım. Karikatür gibi şişman bir ustabaşı vardı. Çok içtiği söylenirdi. Hem kilosu hem de içkiciliği alay konusuydu. Bir gün canına kıydığını duyduk. Söylendiğine göre, tersanede faizle borç veren bir başka işçiye borçlanmış, borcunu ödeyemeyeceğini anlayınca da fare zehri içmiş. Zehir içtikten sonra duyumsadıklarını yazmış bir deftere. Ölümün yaklaşmasının sarhoşluktan daha güzel bir baş dönmesi olduğu gibi güzellemelermiş bunlar. Şimdiye kadar kimsenin söylemediği, ölümün aşağılanarak yaşamaya yeğlenebileceği, bilseymiş yaşama zorla katlanmaktansa daha önce ölümü seçeceği inancıymış. Dakika dakika duygularını, gövdesinde duyumsadıklarını yazmış böylece. Ölürken neler olduğunu anlatmaya çalışmış. Kalemi elinden düşene kadar... Şişman ustabaşının imajı o gün değişti. Kimse şaka bile yapmadı kilosuyla ilgili. İçki de anılmadı ondan konuşulurken. Yazdıkları yinelendi bir söylence gibi. Yazmak, onun belleklerdeki görüntüsünü değiştirmişti.
Yazmanın herkes için bir kendini ifade biçimi olduğunu o zaman, on altı yaşlarındayken anladım.”
TIKLAYIN - ŞAİR, YAZAR ŞENNUR SEZER HAYATINI KAYBETTİ
Bu hafta Sennur Sezer’le tanıştırmak istiyorum sizi. Kendimle... Hem kimin olduğunu bilin diye bu imzanın ardında, hem de bu hafta, Evrensel Kültür Kitaplığı’nda Direnç Şiirleri adıyla toplu şiirleri yayımlanan ozan Sennur Sezer’i anlatmak için. Bu konuşmayı bir başkası yapabilirdi elbet. Ama o, benim yanıtlamaya korktuğum soruları bilemezdi. Size kendimi, konuşmalarımda yaptığım gibi bir şiirimle de tanımlayabilirdim: “Evliyim/İki çocukluyum/Ozanım/.../İnsanın insandan korkmasına karşıyım/İşte bunun için/Yazıp/Altına imza attıklarım.” Bu, yanlış değilse de eksik olurdu. Bu köşede her hafta, bir yazarın, bir ressamın, kısacası bir sanatçının bütün çizgilerini vermeye çalışıyorum. Siz sorularımı değil, onun yanıtlarını okuyorsunuz yalnızca. Bu kez de soruları yazmıyorum.
12 Haziran 1943 tarihinde doğdum. Eskişehir’de... Babam, Devlet Demiryolları teknisyenlerindendi. Çalıştırılırken işçi, ücreti ödenirken memur sayılanlardan. Fazla çalışmaya zorunlu ama örgütlenmesi yasaklı olanlardan. Annem, bana ve kardeşlerime okumayı evde öğretmeyi başaracak; şiire, müziğe düşkün biri. 1959 yılında lise 2. sınıfta, yıl sonu yaklaşırken, tersanedeki işi bulup, sınava girip öğretimimi bıraktım. Ailemin sonradan haberi oldu. Okumayı sevdiğim için şaştılar da. Düşlediğim eğitim dalının gerektirdiği para, lisenin bana artık verecek bir şeyi kalmadığına inanç, para kazanırsam daha özgür olabileceğim kanısı, bu kararda rol oynadı. Ailemle bunları tartışamazdım. Daha küçük bir okulda dikkati çekecek, velimi çağırtacak davranışım, bürokrasisi kalabalık bir lisede kaynadı. Öğretmenlerim benimle ancak lise bitirmelere girdiğimde konuşabildiler, liseyi yarım bırakma nedenlerimi.
İlk şiirim, ben lise sıralarındayken yayımlandı; 1958’de. 1964’te Sosyal Adalet dergisinde yayımlanan bir şiirim, Hüseyin Cöntürk’le Asım Bezirci’nin tartışmasına yol açtı. İçerik-biçim tartışmasının zamanı gelmiş olmalı. Tartışma büyüdü. Ve TİP’li arkadaşlarımın para koymasıyla ilk kitabım yayımlandı: Gecekondu. İkinci kitabım Yasak 1966’da, yine bir arkadaşın kurduğu yayınevinin şiir dizisinin ilk kitabı oldu: Bülent Habora’nın Habora Yayınları’nın... 1967’de Öykücü-Yazar Adnan Özyalçıner’le evlendim. İyi arkadaşımdı. Sonradan işe aşk da karıştı. İki çocuğumuz, bir torunumuz var. Evlilik ve arkadaşlık sürüyor. Ben, hem şiirimi geliştirip değiştirmek, hem başarılı genç öykücü Adnan Özyalçıner’in eşi görüntüsünden kurtulmak için üçüncü kitabımı oldukça geç yayımladım; 1977’de. Direnç... Şiirimdeki “kadın” imgesi de belirginleşti. Çalışan bir kadının, bir kadın işçinin günlüğü sayılabilir şiirlerim. Peki, yazmak nasıl bir duygu veriyor bana?..
Ozan ya da yazar, kırık bir diş gibi bütün dış etkilere açıktır. Her şey sızlatır onu, zonklatır. Ama asıl sorun, bunu anlatmaktadır. Okurlarıyla ortak bir dil bulmak zorundadır. Yeni bir söyleyiş... Bu yüzden, duygusal değil akılcı olacaktır. Hem sanatla ilgili çok şey bilmek, hem de bilgiç olmamak gereklidir. Zorluk da buradadır. Yalın olmak, sıradanlıktan kaçınmakta. Türkçede çok güzel şiirler yazılmıştır. Büyük ustalar vardır. Onlardan öğrenmek ama onları taklit etmemek, onlarla değil kendiyle yarışmak zorunluluğundadır.
Bir de özelden genele ulaşmak zorunluluğu var. Okura göstermek istediğin bir çiçeğin, bir bulutun, yaşamanın öteki zorlukları altında kalması. Kıyımın, kıtlığın ağırlığı altında özgür olmadığını duyumsamak. Belki bu yüzden çocuklar için de yazıyorum. Bir çakıl taşının denizi anımsatmasının sevincini onlar bilirler. Özgürlüğün paylaşılmadığı bir dünyada, kendime küçük mutlulukları anlatma özgürlüğünü tanıyamıyorum. Hüner gösterme, söz cambazlığı gereksizleşiyor.
Sanat eseri, ustalığını işlevi için göstermeli bence. Sinan’ın yapıları gibi. Hem güzel hem yararlı. Balyanların binalarındaki gereksiz süslemeler gibi boyna onarılmak zorunda olmamalı. Şiir, türkü ya da ağıt ya da marş olmalı. Ya yaşama sevinci ve direnç vermeli ya da öfkeyi tazelemeli. Ayrıca tutanağı olmalı yaşanılanların.
1979’da çocuklar için yazdığım bir şiir-masal yayımlandı: Gerçeğin Masalı. Bir Kürt söylencesini işliyordu. Musa Anter anlatmıştı. 1980’de şiir ve yazılarımda kadın haklarını savunduğum için 8 Mart ödüllerinden birini aldım. 1982’de Sesimi Arıyorum, 1983’te şiirlerimden seçmeler olan Kimlik Kartı, 1985’te Bu Resimde Kimler Var yayımlandı. Bu Resimde Kimler Var Halil Kocagöz ödülü aldı. 1991’de Afiş yayımlandı. Şimdi de toplu şiirlerim Direnç Şiirleri ile çocuklara yazdığım Pencereden Bakan Çocuk. Şiire yeni başlayanlarla, genç ozanlarla İnsancıl dergisindeki çalışmalarım, yazışmalarım, bu yıl başında kitaplaşmıştı: Şiir Gündemi.
Yunanca, Almanca, Sırpça, Makedonca, Türk şiiri antolojilerinde şiirlerim var. İngilizce Türk şiiri seçmelerinde, Hollanda dilinde yapılmış Dünya Kadın Şairler derlemelerinde de. Rusça ve İtalyanca da kimi şiirlerimin çevrildiği dillerden. 1991 Sıtkı Dost Çocuk Edebiyatı birinciliğini Adnan Özyalçıner’le birlikte yazdığımız Keloğlan ile Köse aldı. İnsan Hakları Derneği kurucu üyelerindenim. Emek Partisi girişimcilerinden. Emekliyim. 10. dereceden. Zorunlu emekli oldum, eşim Adnan Özyalçıner, Türkiye Yazarlar Sendikası yöneticilerinden olarak yargılanırken... Pek çok dergide ve gazetede yazıyorum. Evrensel’de de... Haftanın bir-iki gününde. Başka anlatılacak ne var ki? Daha güzel bir dünya istiyorum. Bütün emekçi kadınlar, bütün gerçek yazarlar gibi.
Şimdi beni tanıyorsunuz değil mi? Haftaya bir başka yazarla konuşuruz. Dünyadan, yazından, Türkiye’den... (HK)