Kabul ettim ve görüşmeye gittim. Uzunca bir sohbet oldu. Belli'nin görüşme gerekçesi, "Kürt meselesine Türkiye çıkarına bir çözüm nasıl bulunabilir?" sorusu etrafında "İslamcılar"ı da kapsayan bir görüş alış verişi idi. Muhtemelen başka görüşmeler de yapmıştı, yapacaktı. Belli, Kuzey Irak'ta, Amerika inisiyatifinde bir oluşum gerçekleştirilmek istendiği ve bunun ileride Türkiye'yi de etkileyeceğinden hareketle, Abdullah Öcalan'dan da istifade ederek, bu oyunun bozulup bozulamayacağı üzerinde duruyordu. Ona göre Öcalan böyle bir şeye taraftardı ve Türkiye bu imkanı kullanmalıydı. Belli, Ankara'da farklı düşünce çizgilerinden insanların katılımıyla yapılacak olan "Kürt Meselesine Çözüm Arayışı" toplantısının da bu yönde bir adım olduğunu bildiriyordu.
Bu konferansa önceden davet edilmiştim. Ama katılmadım. Sebebi de özellikle bu konuda ortada müthiş bir kafa karışıklığının bulunduğu ve çözüm gibi planlanan şeylerin varıp bir yerlere monte olmaktan kurtulamadığı şeklindeki kanaatimdi.
Geçen hafta Abdullah Öcalan'ın avukatlarından İrfan Dindar aradı ve benimle görüşmek istediklerini söyledi. Cumartesi günü, Av. Mahmut Çakar, Av. Fırat Altınkaya ve Musa Anter'in torunu Dicle Anter'den oluşan üç kişilik bir grupla görüştük.
Grubun elinde Abdullah Öcalan'a ait olduğunu belirttikleri ve "Kürt Sorununun Demokratik Çözümüne Yönelik Öneriler" başlığını taşıyan, 03. 07. 2003 tarihli bir metin vardı. O metni verdiler. Ancak o metni okumadan önce orada Öcalan'ın avukatları ile uzunca bir görüşme yaptık.
Bu görüşme Tunceli'de vali konvoyuna saldırıldığı, Bingöl'de bir mezraya baskın yapılıp 4 kişinin öldürüldüğü günlerin içindeydi.
Gene bu görüşme, şu günlerde TBMM'de görüşülecek olan "Eve Dönüş Yasası"nın bu alanda bir olumlu ilerleme sağlayacağı umudunun seslendirildiği günlere denk düşüyordu.
Onlara Kürt meselesine ilişkin söz söylemenin son derece zor olduğunu ifade ettim. Mesela, Tunceli ve Bingöl olaylarından sonra PKK-KADEK adına "barış çağrısı" yapmanın inandırıcılığının sorgulanacağını, sonra Öcalan'ın önerilerinin "yenilginin ürünü" olarak algılanacağını, ayrıca bir pazarlık görüntüsünün Ankara tarafından asla kabul edilmeyeceğini vs... söyledim. Ayrıca ortaya konan girişimlerin mücadelenin taktik safahatı olması ihtimali vardı.
Onlar Bingöl olayının PKK-KADEK tarafından üstlenilmediğini ve bir provokasyon olmasından endişe ettiklerini, Tunceli olayının ise, "tepkisel" bir olay olduğunu, merkezi bir kararın ürünü olmadığını söylediler. Doğrusu ben, barış arayışının sözcülüğünü yapan bu insanların bu olayları izah ederken zorlandıklarını hissettim.
Avukatlar, Öcalan'ın şu anda durduğu noktanın, özellikle Avrupa'da öteden beri PKK yanında yer alan Kürt gruplar nezdinde tepki ile karşılandığını, bazı muhitlerde ise Ankara'ya taviz gibi algılandığını söylediler.
Bu da, "Kürt meselesi" üzerinde söz söylemenin sadece Türkler arasında değil, Kürt aktivistler arasında da aynı, belki daha fazla zorluk taşıdığını gösteriyordu. Suçlanmak, davayı satmakla itham edilmek, dışlanmak her an ihtimal dahilindeydi.
Avukatlarla görüşmemizden anlaşılan, aralarında "Eve dönüş yasası"nın da değerlendirilmiş olduğu idi. HADEP çizgisi "Pişmanlık Yasası" yerine "genel affı" seslendiriyordu. Hükümet de belki de bu ifadenin yıpranmışlığını dikkate alarak "Pişmanlık Yasası" dememiş, "Eve Dönüş" veya "Topluma Kazandırma" yı tercih etmişti. Hükümetin bir artı hassasiyet taşıdığı var sayılabilirdi. Ama avukatlar, Öcalan adına daha farklı bir "dönüş projesi"ni seslendiriyorlardı. Onlara göre Öcalan, "gerekirse kendisinin bir süre sürgüne gönderilmesi"ni öneriyor, buna karşılık "Dağdaki" ve "Avrupa'daki"lerin "grup grup" ülkeye intikallerinin sağlanmasını düşünüyordu.
Böyle bir yaklaşımda hiç kuşkusuz akla, Öcalan'ın "Arafatlaşma" ve PKK-KADEK militanlarının Türkiye'deki "siyasal mücadele"ye katılma diye okunan taktik adımın ihtimalleri gelecekti. Bu da, önerilerin "samimiyet" boyutunun üzerinde derin bir gölge oluşturacaktı.
Evet, bu meselede her söz, her adım, sorgulanacak nitelik kazanmıştı. Çünkü çok yara açılmış, herkesin sinir uçları çok duyarlı hale gelmişti.
Ama ortada da bir sorun vardı ve bu çözülmek zorundaydı. Çünkü bu sorun, Türkiye'nin ayağında pranga hüviyeti kazanmıştı. Üstelik Türkiye'nin ayak ucunda bir süper güç, hadiseyi çok daha derin sulara çekme çabasındaydı. Türkiye içerde çözümler üretmediği takdirde, dışarıdaki çözümler, Türkiye'nin başını çok ağrıtacaktı. Duyulan kaygılar hiç de anlamsız değildi.
Yazıda, Öcalan'ın "öneri paketi"nden bahsettiğim halde muhtevasına ilişkin bir şey yazmadım. Oysa dosyayı okurken ilginç değerlendirme ve önerilerin altını çizdim. Mesela Öcalan "Kuzey Irak'ta ikinci bir İsrail oluşturulmak isteniyor" diyor dosyada... "İlkel Kürt milliyetçiliği"ne karşı tavır koyuyor. Çarşamba günkü yazımda kısmet olursa, biraz dosyanın içeriğinden bahsetmek istiyorum.
Her çevreden binlerce, on binlerce insanın yüreğinin yaralandığı bir konuda çözüm üretmenin son derece zor olduğunu bir kere daha ifade edeyim.. Ama çare yok, bu ülkenin selameti için aramak gerekiyor.
Ben aslında Ak Parti iktidarının da yol aradığını düşünüyorum. (AT)
* Ahmet Taşgetirenin Yeni Şafaktaki yazısı 15 Temmuz 2003te yayımlandı.