Bizde olduğu gibi İran'daki gazetelerde de nükleer tartışmalarla ilgili haberler ilk sayfada hep. Bununla bağlantılı olarak Suudi Arabistan'a ziyarete giden cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın Latin Amerika ülkeleriyle yapacağı yeni anlaşmalar da, PEJAK (PKK'nın İran topraklarındaki uzantısı) ve PKK ile mücadele üzerinden Türkiye ile İran'ın yakınlaşması da, Afganistan'daki sıcak çatışmaların İran'daki yansıması da birinci sayfalarda hep. Epeydir sıcak gündem maddesi oluşturan bu konular aynı "paket" içinde farklı başlıklarla ele alınıyor doğal olarak.
Tahran sokaklarında ise durum epey farklı. Gündemin ilk sıralarında özelleştirme tartışmaları yer alıyor. Tahran'ın dillere destan ve İstanbul'u bile geçtiği tahmin edilen trafiği, bir süre önce bir Azeriyi aşağılayan karikatür nedeniyle patlak veren Azeri-Farsi gerginliğinin tırmanışı ve düşüşü, bunların yanı sıra kentin çeşitli semtlerine yayılmış birbirinden ilginç sergi ve sanat gösterileri hayatın akışını uluslararası siyasi gündeme kıyasla çok daha derinden belirliyor.
Latin ittifakı
Bir süre önce anti-Siyonist hahamların katılımıyla düzenlediği konferansla gündeme gelen Politik ve Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü (IPIS) bu kez de Latin Amerika ülkelerini ağırlıyordu Tahran'da. Bizim de katıldığımız bu konferansın açılış konuşmasında Dışişleri Bakanı Muttaki, İran ile Latin Amerika ilişkilerini yüz yıllık bir geçmişe dayandırıyordu. Gerek hükümetler olarak gerek sivil girişimciler olarak artık çok daha somut girişimlere imza atılması gerektiğini belirtiyordu.
İran'ın bu bağlamda yalnızca Latin Amerika'yla değil, Asya, Afrika ve Arap ülkeleriyle de yeni ve kalıcı ilişkiler kurması gerektiğini, cumhurbaşkanının bu yolda çok çaba sarf ettiğini anlatan Muttaki, dünyada giderek tükenen enerji kaynaklarını ve artan tüketimi de göz önünde bulundurarak ülkelerin birbiriyle işbirliği yapmasının önemine değindi. Latinlerle özellikle doğal gaz, petrol ve mühendislik, teknoloji, tarım alanlarında yeni anlaşmalar imzalamanın eşiğinde olduklarını belirtti.
Muttaki'ye göre bu, asla yeni bir hegemonya kurmak anlamına gelmiyor. Çünkü amaç, birbirine karşı olmak değil ortak hareket ederek, ortak bir gelecek kurmak. Buradan hareketle İran'ın nükleer enerjiyi geliştirme niyetinin sınırsız olmayan enerji kaynaklarına da bir alternatif olması en önemli argümanlarından biri. Muttaki, "Ancak çok gelişmiş bir nükleer teknolojinin nükleer savaşı önleyebileceği"nin de altını çizdi.
Nükleer gücü ellerinde bulundurmanın zihinlerde de bir karşılığı olduğuna inanıyor İranlı yetkililer. Batılıların çifte standardını gördükçe kendilerinin de giderek olgunlaştığını düşünüyor olmalılar. Örneğin hükümete bağlı İran gazetesine yaptığımız ziyarette, haber editörlüğü de yapan ve gazetenin başyazarı olan Vıjegan, Şah döneminde İran'ın nükleer faaliyetlerini destekleyen ve bizzat ortak olan Batılıların devrimden sonra, yan çizmeye başlamasını eleştiriyordu:
"Hegemonik güçlere karşı bugüne dek zayıf kalmanın bedelini ödedik ama bir yandan da bölge halklarında siyasi bir olgunluğun giderek kıvamını bulduğunu da görüyoruz. Ortadoğu'da sosyalist, liberal, İslamcı görüşler bir araya geldikçe aydınlar ve seçkinleri de etkiledi bu olgunluk. Böylelikle Batı'nın bizlere dayatmalarını engellemek için daha büyük bir güç oluşturuyoruz. İsrail kendi tesislerini denetime açmazken, biz, ondan farklı olarak Uluslararası Atom Ajansı'yla işbirliği yapıyoruz. ABD'yle de müzakere etmeye hazırız."
"Müzakereye hazırız"
Aslında resmi politikanın gelinen bu "müzakereye açığız" noktasında gerek gazeteciler gerek hükümet yetkilileri benzer bir tavır içindeler. Bunu daha iyi anlatabilmek için bir parantez açayım. Lübnan'da iki yıl önce görüştüğümüz Hizbullah lideri Nasrallah Taliban'ın İspanya, İngiltere gibi ülkelerde intihar saldırısı düzenlemesine şiddetle karşı çıkmış, bunun İslami direnişe ve şehitlik kavramına hiç uymadığını anlatmış, Lübnan'daki direnişi asla kendi topraklarının dışına tasımladıklarını belirtmişti. İsrail sınırına dek gittiğimiz Güney Lübnan'da mayınlı araziler halen risk oluştururken, etrafta şehit düşmüş kişilerin direklere asılmış kocaman fotoğraflarıyla karşılaşmıştım. Şehadet eylemcisi diyorlardı onlara, Taliban bombacılarının ise yaptığının vahşet olduğunu söylüyordu Nasrallah.
Geçtiğimiz yaz Lübnan yine bombardıman altındayken gittiğimiz Lübnan sınırında ise Nasrallah'ın "demografik bomba" tanımının ne anlama geldiğini daha iyi anlamıştım. İsrail'in sivillerin tepesine yağdırdığı misket bombalarıyla ve ateşkese saatler kala etrafa yağdırdığı yüz bin patlamamış parçayla yaralanan ve ölen çocuklardı hep. Arapların sık sık doğurması ve çocukların delikanlı olur olmaz ellerine silah alıp birer tehdit unsuru haline gelmesi karşısında İsrail'in demografik üstünlük kurması o kadar zordu ki, çocukları vurarak hem nefreti daha çok körükleyebiliyor hem de demografik uçurumu biraz olsun azaltmayı hedefliyordu İsrail.
Lübnan'daki Şii direnişi bu anlamda -hedefteki bir binaya sivilleri canlı kalkan olarak yerleştirdiği için eleştirilse de- pek taviz vermediği halde, Afganistan işgalinden sonra giderek genişlediği varsayılan Taliban direnişi için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Taliban'ın eski müttefiki Amerika tarafından yıkılması ve bitirilmeye çalışması İran'ın ve Hizbullah'ın işine geliyor. O yüzden Amerika'yla ilgili en tehlikeli konularda bile "müzakerelere hazırız" tavrını görmek kaçınılmaz oluyor. Geçen yıl Danimarka'daki karikatür krizi ilk patlak verdiğinde, İran'da iki hafta kadar hiç tepki yükseltmemiş. Çünkü aynı günlerde Amerika'yla süre giden bir pazarlık içindelermiş örneğin.
İran'ın dini lideri Hamaney, nükleer silahın kullanılmasına İslami direniş açısından karşı çıkıyor doğal olarak. Fakat bu silaha bir "caydırıcılık unsuru" olarak sahip olmanın gereğini de vurguluyor. Dönelim başa: Muttaki, ancak çok gelişmiş bir nükleer teknolojinin nükleer savaşı önleyebileceğini söylememiş miydi?
ABD'ye düşman, Afganistan'a dost
İran'da petrolden pirince ve hububata dek devlet sübvansiyonu uygulanıyor. Bunun ardında halkı devrimin yönetimine bağlı tutmak gibi bir kaygı da yer alıyor sanırım. Örneğin bir buçuk dolarlık benzini sübvanse ederek halka 15 sente satıyor devlet. Bu eli açık uygulamalara bakarak iktidar mücadelesini halkların gözünde meşrulaştırmanın maddi ve manevî ne çok bedeli olduğunu görmemek mümkün mü devletler için? Doğu'da da Batı'da da?
İslam elbette sadece bir ideoloji değil. Ama devletin ideolojisi haline geldikçe yönetim zaafları artabiliyor, herkesin eşit derecede memnun olması zorlaşabiliyor. İran'da İslam devriminin yönetim zaaflarını eleştirenlere rastladık ama rejimi kökünden değiştirme iddiasını taşıyanlara -en azından halk arasında- kolayca rastlanmıyor. Bunun tek nedeninin asla sansür olmadığını da ancak orada anlıyorsunuz. Halk, rejimi değil rejimin üslubunu tartışıyor çoğunlukla.
Kabil'deki Amerikan devletinin kukla hükümeti olan Hamid Karzai'yi İranlı devlet yetkililerinin bağırlarına basması da başlangıçta bir zaaf olarak görünmüştü bana. Dışişleri Bakan yardımcısı Safir'in bu yaklaşımını duyduğumda nasıl oluyor diye şaşırdım bir an: Kendisi konuşmasının başında Afganistan'daki hükümetin hiçbir gücünün olmadığını, şiddeti durduramadığını söylemişti. "Halk Karzai'ye oy verdi, biz de buna saygı gösteriyoruz" dediğinde ise işgal altında demokrasinin nasıl olabildiğini filan sorgulayamadık asla. İran'ın hem Karzai'yi destekleyip hem ABD karşıtlığı yapmasını olağan karşılamak gerek. Neden mi?
Bugün İran'da üç buçuk milyon Afgan yaşıyor. Özellikle Tahran'ın zengin kuzey semtlerinde seçkinlerin kapıcılığını yapıyorlar. Bazı sınır kentlerinde Afgan nüfusu İranlı nüfusunu geçmiş. İran'ın bugüne dek Afganistan'a yaptığı yardım 250 milyon doları aşmış durumda. Benzin sübvansiyonundan elde edilen geliri Afganlılara yardım olarak yolluyor devlet. Elektrik bile veriyor sınırdan yüz kilometre kadar içeriye.
Matruşka siyaseti
"Barış ve İstikrarın yerleşmesi bu açıdan çok önemli" diyen dışişleri yetkilisi, Irak hükümeti için de aynı siyaseti izlediklerini anlatıyor. Maliki hükümeti ve parlamentosunun desteklenmesinin önemine değiniyor. Tabii toprak bütünlüğünün de. The Sunday Telegraph gazetesi geçtiğimiz günlerde "ABD İran'da kaos yaratmak için terör gruplarını finanse ediyor" şeklinde bir haber yaptı ve CIA'nın PEJAK'ı kriz için kullandığını yazdı: "ABD, nükleer programdan vazgeçmesi için İslami rejim üzerine baskı oluşturmak amacıyla İran'daki etnik ayrılıkçı grupları gizlice finanse ediyor." Ayrılıkçı grupların finanse edilmesinin nedeni tüm bunlardan sonra bir nükleer tehdit olabilir mi sadece?
"Önleyici savaş doktrini" gereği BOP'u daha çok yaymak için İran'ın nükleer silah tehdidini tıpkı Irak'a yaptığı gibi bir saldırı gerekçesine dönüştürebilir ABD. Arna Safir'in "biz Irak'ta Şii, Sünni, Kürt ayrımı istemiyoruz. Yabancı güçler önce istikrarı sağlasın, sonra gitsin istiyoruz. Ve bu konuda Türkiye'yle görüş birliğindeyiz" sözlerini duyduktan sonra diplomasinin naşıl bir şey olduğunu daha iyi anladım. Matruşka bebekler gibi siyaset içinden yeni siyaset çıkıyordu, kendine özgü rengârenk giysileriyle. Ve bu her yerde böyle oluyordu. İşte tam da bu oyunun bir kuralı olarak ABD yanlısı Karzai hükümetini desteklemek durumunda İran. Tıpkı başka devletler gibi. Türkiye gibi.
Afganistan'da işgal güçleri aynı günlerde yanlışlıkla toplu bir sivil kaybına neden oldular ve Karzai ateş püskürdü. Neye yaradı? Vicdanı misket bombalarının karşısına koyması gereken bireyler olabilir sadece. Devletler değil. Devletler birer aygıttır ve vicdanları yoktur çünkü.
Devlet medyası
BBC'nin yeni anketine göre dünyaya en olumsuz etki eden ülkeler sıralamasında İsrail'in hemen ardından İran geliyor. 27 ülkede 28 bin kişiyle yapılan araştırmaya göre sonraki sıraları da ABD ve Kuzey Kore alıyor. Bu haberi okuduktan hemen sonra geldiğim İran'da bu nefreti ve düşmanlığı besleyecek hiçbir şey bulamadım oysa. Fars dilinin dünyada bir başka ülkede konuşulmaması veya dünyaya pek çok medeniyet armağan etmiş köklü kültürünün pek az merak edilmesi de ABD'nin süslü anti-propagandasıyla birleşiyor olmalı. Ve dünya halklarının nezdinde kolaylıkla olumsuz bir imaj oluşturuyor. İran'ın çeşitli kentlerine yaptığımız geziler sırasında Japon turistler ve birkaç Alman grup dışında pek "meraklı"ya rastlamadık.
Hükümete bağlı İran gazetesinin dış haberler editörü Muhammed Nuri, siyaset söz konusu olduğunda hükümetlerin ve halkların tutumunun çoğunlukla birbirinden farklı olduğunu, kendilerinin bu ayrımı gözettiklerini belirtiyordu. Bense bir kez daha ikna kampanyaları, peşin hükümler ve önyargılarla "öteki"ni anlamanın mümkün olmadığını, bu dünyaya birbirimizle düşmanlık etmek için değil, tanışmak için geldiğimizi hatırladım onu dinlerken.
Arap devletleri çoğunlukla İran'ın nükleer enerji geliştirmesine sıcak bakmazlarken, kamuoyları büyük ölçüde bunu destekliyorsa eğer, bunun nedenlerini anlamak için mutlaka peşin hükümlerden fazlasına ihtiyaç var. İkna kampanyaları belki bugünün "gelişmiş demokrasileri"nin vazgeçilmezi. Ama nasıl da saptırıldığını, devletlerin çıkarları doğrultusunda nasıl manipüle edildiğini görmek için örneğin İran'a mutlaka gelmek ve hiçbir şeyin bu kadar "şeytani" olmadığını, aksine İran'ın nasıl da etkileyici bir ülke olduğunu yerinde görmek gerekiyor.
Tıpkı Şii Hizbullah lideri Nasrallah'ın Lübnan saldırısından sonra Arap halkları arasında en sevilen kahraman olmasının veya Sünni Hamas'ın seçim başarısından sonra İran'da merasimler düzenlenmesinin nedenlerini anlamadan Batılı bir çıkışı olan küreselleşmeyi bile doğru yorumlayamayacağımız gibi.
Hükümete bağlı olmalarına rağmen, Ahmedinejad'ın da müdahalesiyle muhalif seslere de gazetelerinde yer verdiklerini belirten gazete yetkilileri, şu anda 500 bin satışla bir numara olduklarını belirtiyorlardı. İran'da devrimden önce gazeteler hep hükümete bağ!ı resmi kuruluşlar iken, devrim sonrası özel sektör dergi ve gazete çıkarmaya başladı. Bugün bin küsur gazete ve dergi yayımlanıyor İran'da. Resmi bir biçimde hükümete bağlı olan tek gazete ise bizim ziyaret ettiğimiz İran gazetesi. Ama bütçesi, diğer gazeteler gibi ilandan geliyor, hükümetten değil. Toplantı yaptığımız odada devrimin ilk günkü manşeti çerçevelenmişti: "Şah gitti." İran'da gazete ve dergilerin kapatılması sık yaşanan bir durum. Kimi yargı kararıyla kapatılırken kimi de iç tartışmalar nedeniyle kendini kapatabiliyor. Bugünlerde kapanan Sure dergisinin örneğin "İç sorunlarından dolayı" kapatıldığı belirtiliyor.
Adalet hisseleri
İran'da devlete bağlı kuruluşların, fabrikaların hisselerinin çeşitli fonlar aracılığıyla özel sektöre devredilmesi gündemde. Adalet hisseleri adı verilen bu uygulama sayesinde yoksul halklar bu fonlardan yararlanacak. Alıştığımız neo-liberal politikalardan oldukça farklı ve daha idealist bir program bu. Devrimin halkın nezdindeki gücünü pekiştireceği de bir gerçek. Kimileri hükümetin bu yaklaşımını popülist bulup eleştirirken, cumhurbaşkanının Amerikan düşmanlığı üreten söylemlerinden rahatsız oluyor kimileri de.
ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin geçtiğimiz günlerde "İran'a karşı tüm seçenekler masada" söylemine "nükleer programda aksama yok" yanıtını veren Ahmedinejad hem reformcuların hem muhafazakârların tepkisiyle karşılaşmıştı örneğin. Eski cumhurbaşkanı Rafsancani, "Amerikalılar artık Taliban ve Saddam rejimlerini devirmekle İran'ın çıkarlarına hizmet ettiklerini kabul ediyorlar. Öfkelerinin sebebi budur. Bu yüzden alarmda olmalıyız" derken, Laricani, çözüm için "müzakereye açık" olduklarını -evet bir kez daha- belirtiyordu.
Cuma günü gelip çattığında tüm camiler hıncahınç doldu. İsfahan'da katıldığımız Cuma'daki ruhu anlatabilmem mümkün değil. Öyle güçlü bir "biz" atmosferi oluşuyor ki, edilen duaların gücü, kendi için istediğini yanındaki, önündeki, arkandaki için de isteyen bir dil tutturmakla artıyor. Ve bu dil, zihinde üretilen sözcüklerden kalbin derinliklerine dek kendi hakikatini damıtabiliyor. Nitekim namazdan sonra imam, cemaate "kahrolsun Amerika, kahrolsun İsrail" sloganları attırdığında, bu öylesine doğal bir dilekti ki biz bile yadırgamadık.
Cumhurbaşkanı yardımcısı ve kültür işlerinden sorumlu Meşşai ise görüştüğümüz devlet yetkilileri arasında beni en çok etkileyen kişi oldu. "Küreselleşen dünyanın geleceği için aydın buluşmaları şarttır" diyen Meşşai, bugünkü dünya düzeninin tanımını hegemonik güçlerin yaptığını, herkese ait bir dünyanın tanımını ise beraberce yapmamız gerektiğini belirtti. İktidar ve servet arzusunun ardında hâkimiyet kurma ve üstünlüğünü ispatlama ihtiyacı olduğunu belirterek, gelecekteki dünyada insanların "birbiri için ve birlikte" yaşayabilmelerini sağlamamızın şart olduğunu, çünkü geleceğin sadece süper güçlere değil, hepimize ait olduğunu söyledi. Ve ekledi: "Eğer ideolojilerin Özgürce yeşermesine izin verirsek hangi ideoloji diğerine üstünlük taslayabilir?"
Aynı nehirde yüzmek
Onu dinlerken Oxford araştırma grubunun İran'a olası bir ABD saldırısının sonuçlarına değindiği raporundan alıntılar vardı yanımda. Çoğu tahminlere göre silah geliştirmek için İran'ın en az beş yılı bulunduğuna dikkat çekilen raporda, bu ülkeye yönelik bir saldırının Tahran'ın nükleer programının hızlanmasına yol açacağı bildiriliyordu. Tersi de düzü de kısa yoldan umutsuzluğa mı çıkaracaktı bizi hep? Barış, savaşın bir başka adı mıydı? İnsan varoluşunu anlamlandırmak için daha anlamlı başka isimler kullanılamayacak mıydı?
Meşşai, tüm insanlığı kendi içinde barındıracak bir küreselliği sağlayabilmek İçin yüz yüze gelmenin, konuşup tanışmanın önemine değiniyordu ve "İnsanların birbirine yakın olduğu bir dünyada asıl üstünlüğün konuşacak şeyi olan taraflarda" olacağını belirtiyordu bir yandan: "Dünya milletleri arasında bazıları ceplerinde konuşmak için daha fazla cümleler barındırıyor. Türkiye ve İran halkı bu gruptandır. Bu yüzden sorumluluklarımız daha fazla. Bir gün nehirlerde buluşup birlikte yüzmeye gideceğiz." Onu dinlerken istedim ki, suyun yanında otururken herkes, yola çıkan birileri de olsun artık. Kadim dünyanın kahramanları gibi. İktidarı ele geçirerek değil, reddederek. Kalpleri ve zihinleri işgal ederek değil, fethederek. Birbirimize karşı değil, nefsimize karşı sallasın kılıcını. Haz tacirliğine, tüketim ve tahakküm hırsına karşı sallasın.
Meşşai'nin derinlikli konuşmasının resmi siyasi söylemler gibi gerçekliğe ne derece yakın olduğu tartışılabilir. Ama insanı kendi nefsani dünyasına hapseden iki ileri bir geri 'güdümlü siyasetlerin yanında bir nefes almak ve yeniden umut etmek için, onun yaptığı gibi, felsefeye belki her zamankinden daha çok ihtiyaç var bu topraklarda.(Lİ/EÜ)
* Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü bitiren Leyla İpekçi, 1985-98 yılları arasında çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik ve editörlük yaptı. O tarihten bu yana çeşitli mecralarda siyaset ve edebiyat üzerine makaleler yazıyor. İlk romanı "Maya" 1998'de "ilk kitap ilk baskı" yarışmasında ödül aldı. Onu "Sinan'ın Mayası" ve "İlk Kötülük" adlı romanları ile Şölen Sofrası adlı deneme kitabı izledi. 2005'te ise Kanat Yayınları'ndan "Başkası Olduğun Yer" romanı yayımlandı.