Kişisel olarak ben Dolapdere'de en çok bunu, bu karşı iktidar biriktirmeyi somut biçimde görmenin heyecanını yaşadım. Gerçekten de bambaşka bir medya oradaydı. Karşı-iktidar biriktiriyordu...
Hayat gerçeklik ilkesi etrafında da kurgulanabilir, "vicdan" ilkesi etrafında da. İtalyan edebiyat eleştirmeni Franco Moretti, Pal Sokağı Çocukları' nın dünyasına eğilerek bu sokakta oğulların babalardan, başka bir deyişle çocukların yetişkinlerden farklılığını açıklamaya çalışırken esas olarak bunu söyler:
...oğlan çocukları babalarından daha iyiyse bu, "daha genç" oldukları için değil, yetişkinlerin aksine "çıkar" kaygısı yerine "vicdan"larıyla hareket ettikleri içindir. Hayatlarını '"gerçeklik" ilkesine göre değil, üstbene göre düzenlerler. Bóca ile Nemecsek Pal Sokağı çetesinin ahlaki kurallarına herhangi bir çıkar umdukları için değil, bu sayede kendi kendilerinden memnun olabildikleri, bir norm, bir hayat ideali koymuş ve bu ideale yaklaşmış olmanın verdiği tatmini yaşayabildikleri için uyarlar (çeviri: Zeynep Altok, Metis, 2005).
Kısacası Moretti, uygarlığın dayattığı bir gereklilik olarak "haz" ilkesinin feda edilişine yapılan eski vurguyu başka bir yöne kaydırır. Ona göre ikinci ve vahim bir feragat -ki orada artık umut yoktur- "kişinin kendi üstbenini feda edişi ya da en azından susturuşudur."
3-5 Kasım 2006 tarihinde İstanbul'da gerçekleştirilen İstanbul Uluslararası Bağımsız Medya Forumu en önemli meselesini "başka bir iletişimin mümkünlüğü" umudu çerçevesinde ortaya koyarken, o hakikaten heyecan dolu ortamda, sıklıkla Moretti'nin bu sözlerini hatırladım.
Dolapdere'de akademisyeni, gazetecisi, medya çalışanı, aktivisti, öğrencisi bu imkanın koşulları konusunda yeniden düşünmeye çalıştı. Oysa Türkiye yaygın medyası tam da o günlerde ufacık bir bebeğin ruhsal ve bedensel bütünlüğünün paramparça edilmesine tersyüz edilmiş bir gerçekliğe "ayna tutmak" adına önce ortak oldu, sonra da beter bir biçimde tersyüz edilmiş bir "vicdan" ilkesini hatırlayarak konuyu istismarcı bir biçimde gündemde tutmayı sürdürdü.
Kısacası, başka türlü bir iletişime kafa yormanın çok uzağında görünen yaygın medya dünyasında yine "vicdansız" konuşmalar duyuluyordu. Dolapdere'de iki gün boyunca süren tartışma bana kalırsa en çok bu yüzden önemliydi.
Çünkü -ve yine bana kalırsa- Dolapdere'deki çaba, bu terimlerle dile getirilmemiş bile olsa, sanki esas olarak çocuksu bir vicdanın gazetecilik ve habercilik pratiklerine sindirilmesi çabası idi.
Savaşlarda, mahrem hayatların dört duvarı arasında, sokakta, okulda, televizyon karşısında ve tüketime endeksli bir yaşam dünyasında mütemadiyen hırpalanan, parçalanan ve istismar edilen çocukları ve çocuklukları düşünmek, Forum'un can alıcı önemini kavramak için yeterliydi.
Forum'a katılacağı beklenen Ignacio Ramonet'nin sağlık nedenleriyle son anda gelemeyeceğini bildirmiş olması pek çoğumuzda bir hayal kırıklığı yarattı. Ancak üstatla yapılan bir video-röportajın en azından Fransızca bilen veya kulaklık taşıyan dinleyiciler için çok tatminkar bulunduğunu eklemek gerekir.
Sadece İngilizce konuşmaları hesaba katarak "çıplak kulakla dinlerim nasılsa" diyenlerimiz ise Ramonet'nin kaydı gösterilmeye başladığında artık istesek bile kalabalık salonda bir çıkış yolu bularak kulaklık temin edememenin burukluğuyla kalakaldık. Bu kaçırılmış fırsatın telafisi için Ramonet'nin konuşma metninin BİA sayfalarında yayınlanacağını ummaktan başka çare yok.
Bağımsız Medya Forumu, yeni küresel yaygın medya evreninin sınırları ve sorunlarıyla açılış yaptı. Yaygınlık dışı kalan medya evreninin gelişme olasılıklarını tartıştı. Eleştirel bir medya okur-yazarlığı ve farkındalık geliştirmeye öncelik tanıyan eğitim süreçleri ile reklam bağımlı ve sıklıkla vicdansızlaşabilen sektör pratikleri arasında ne edeceğini, nerede duracağını şaşıran iletişim öğrencilerinin ikilemlerini konuştu.
Öğrencileri hocalarıyla ve sektör temsilcileriyle yan yana oturttu ve konuşturdu. Öğrenciler bu panelle yetinmediler. Söyleyecekleri çoktu, sıkıntıları ve kaygıları büyüktü, bu sıkıntıdan umut çıkarmak için devam ettiler ve alternatif bir iletişim eğitiminin çerçevesini tartışmak üzere aynı gün yeniden bir araya gelerek bir atölye çalışması yaptılar. Öğrenciler arasında Ankara'dan İstanbul'a bu yeniden düşünmeyi sağlam temellere oturtmak için bir hat kuruldu bile.
Bu panelde iletişim eğitimi tartışılırken Londra Üniversitesi'nden, öncelikli ilgi alanları arasında yeni medya ve pedagoji konuları ile ideoloji, ırk ve kimlik meseleleri etrafında medya temsilini inceleyen çalışmaların yer aldığını bildiğimiz Robert Ferguson'un önerileri zihin açıcıydı; iletişim meselesini gereğince kavramanın yolu olarak 5 P'd en oluşan odak noktalarının önceliğini öne sürüyordu. : İktidar (Power), Haz (Pleasure), Politika,, Üretim (Production) ve Pedagoji.
Ferguson'un açıklamalarında eğitimin izleği bu biçimde ortaya koyulurken Prof. Dr. Özden Cankaya iletişim öğrencilerinin medyaya düşman olarak yetiştirilip yetiştirilmediği yönündeki eski bir tartışmadan hareketle konuşmasına giriş yaptı.
Tesadüfi bir biçimde Ankara Üniversitesi öğrencilerinin bu panelde sunmak üzere hazırladıkları kısa filmde de akademisyenler, gazeteciler ve öğrenciler aynı sorudan yola çıkıyorlardı. Film panele pek çok farklı perspektifi taşıyarak gerçek bir canlılık kattı.
Bununla birlikte, iletişim akademisyenlerinin eğitimin öncelikleri konusunu sıklıkla "teori mi pratik mi?" gibi bir soru etrafında tartışma eğilimlerinin, sorunun özünü kavrayamadığı ve hatta yapay bir gündem oluşturduğu yönündeki hissiyatımın bu panelde daha da pekiştiğini belirtmeliyim.
Çünkü Türkiye medya ortamı düşünüldüğünde ve hatta genel olarak iletişim alanı düşünüldüğünde teori ya da pratik arasında bir seçmeyi ima eden bu tartışmanın anlamlı olmadığı görüşündeyim. İletişim eğitimi elbette teorik-pratik bir eksende sürdürülmeli.
Ferguson'un 5P'li eğitim modeli her ikisinin de önemini vurguladığı için daha kapsayıcıydı. Çünkü teknolojiye dair bilgi kadar teknik bilgi de medya üzerine eleştirel bir düşünce inşa edebilmenin, eleştirel bir medya pratiği icra etmenin "yanında" düşünülmelidir, karşısında değil.
Başka bir deyişle bu soru eğitimde bir "tercih sorunu" olarak değil bir "denge sorunu" olarak tartışılabilir. Bununla birlikte Prof. Cankaya'nın "bu dünyayı anlayacak, sorgulayacak ve eleştirel bakacak öğrenciler yetiştirmek zorundayız" biçimindeki vurgusu tartışmasız bir biçimde önemli bir noktaya dikkat çekiyordu.
Panelleri ortaklaştıran bir diğer tema yaygın dışı medyayı tanımlamadaki terminoloji sorunu oldu. Oturum aralarında ve kahve molalarında terminoloji meselesinin bu kadar öne çıkmasının gerekliliği konusu yeni tartışmalar yarattı.
Bağımsız medya, yaygın dışı medya, alternatif medya, toplumsal hareket medyası, toplumsal muhalefet medyası, dayanışma medyası, radikal medya, başka medya gibi farklı tanımların duyulduğu bu tartışmaların, bir kilitlenmeyi değil, kavramların önemini akılda tutan, terminolojinin esas olarak pratiklerle etkileşime giren bir boyut taşıdığının farkında olan zengin bir kavrayışı dışa vurduğunu düşünmek bana daha yakın geliyor.
Southern Illinois Üniversitesi Küresel Medya Araştırmaları Merkezi'nden John Downing'in katılımı radikal-alternatif medya meselesine kafa yoranları heyecanlandıran bir konuşmaydı.
Bu konudaki çalışmaları iletişimciler tarafından iyi bilinen Downing yalnız konuşması sırasında değil iki günlük Forum'un sosyal münasebetler kısmında da pek çok kişinin konuşmaktan keyif aldığı isim oldu. Esas olarak sosyal hareket medyası tanımını kullanmayı tercih ederek yaptığı konuşmasında da altını çizdiği konulardan biri, bu medyanın alternatif olabilmek için "keyifli" de olması gerektiği konusuydu.
İsrail'deki Barış Gazeteciliği Merkezi'nden Dov Şinar konuşmasında yalnızca çatışma ve iletişim mevzusu ile "barış gazeteciliği" konularında pırıl pırıl bir alternatif bakışı temsil etmekle kalmadı, umudu, ufkunun genişliliğini "keyifliliğiyle" ve samimiyetiyle gösterdi.
Keyif demişken BİA dostu Tuğrul Eryılmaz'dan söz etmeden olmaz. İş güç demeden iki tam gününü toplantılara ayırdı. Yaygın medyayı reddetmeden bir alternatif yaratmak gerekliliğini hem iyi anlattı hem de özellikle Radikal İki'de bu yöndeki çabası herkesin malumu olduğu için, "nasıl?" sorusuna da bizatihi inandırıcı bir yanıt oluşturdu.
İletişim öğrencilerinin gerçekleştirdikleri korsanvari atölye çalışmasına hevesle ve sabırla destek vermesi de gözlerden kaçmadı. Bir başka BİA dostu Ragıp Duran hem yurt içi ve yurt dışı hem yaygın ve yaygın dışı medyada gazetecilik deneyimine sahip olması ve aynı zamanda üniversitede görev yapması nedeniyle çok zengin bir perspektiften pek çok önemli mevzuyu tartıştı ve tartıştırdı.
Forumun Barış Gazeteciliği oturumunda söz alan ve "Kafkasın üç bebeği" olarak adlandırılan üç ülkesinden (Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan) gelen üç katılımcı Barış Gazeteciliği tartışmasında, barışın önüne dikilen ve her birimizin çok iyi anladığı engellere işaret ettiler.
Aynı tartışmada Gazeteci Sevgül Uludağ ve Kıbrıs Basın Emekçileri Sendikası temsilcisi Hüseyin Yalyalı'nın konuşmaları da Kıbrıs sorunundaki çözüm ve iletişim tıkanıklığında, Türkiye yaygın medyasının ezberci -ve Kıbrıslıya kaçınılmaz olarak duyarsız- söylemlerin oluşturduğu engeli de etraflıca kavramak bakımından çok önemli ipuçları taşıyordu.
Forumun bütün oturumları canlı ve düşündürücüydü. Çok önemli konuları tartışmaya açıyordu. Ancak oturumların ötesinde önemli olan şey dünyanın farklı coğrafyalarından toplumsal muhalefet ve dayanışma medyasının temsilcilerini bir araya getirmesiydi. Bir ilkti.
Gerek Ertuğrul Kürkçü'nün gerek Sevda Alankuş'un söylediği gibi, sadece yaygın olanın değil alternatif ve yerel olanın da bir araya gelebileceğini onların da ortak bir güç olarak "küreselleşen" ana-akım medya söylemlerinin karşısına dikilebileceklerini gösterdiği için de çok umut vericiydi.
Eleştirmeden olmaz: Alternatif bir medya meselesinin sıklıkla bir retorik meselesi olarak, bir temsil ve temsil dışı meselesi olarak tartışılması eğilimi buradaki iklime de belirli ölçülerde hakim oldu Alternatif örgütlenme, bir araya gelme, yerel medyanın sadece içerik değil biçim olarak da yaratabileceği alternatifler ve erişim kanallarını alternatifleştirme konuları görece az konuşuldu.
Bunun haricinde, Türkiye yerel medyasının biricik çatısı olduğu için IPS Vakfı'nın, BİA projeleri ve etkinliklerinde bir araya getirdiği yerel medya temsilcilerinin bu platformları biraz da sorunlarını hiddetle dile getirdikleri bir yere dönüştürmelerinden söz edilebilir.
Bu aslında kaçınılmaz bir durum. İnsan en çok evinde hiddetini açığa vurur. Onların da başka evleri, başka çatıları yok. Bu kez de zaman zaman tartışmaları tekil sorunlara kilitleyen anlar yaşanmadı değil fakat burada da en hakiki eleştiriyi tıpkı Siirt Mücadele gazetesinin "genç" sesi Cumhur Kılıçoğlu'nun yaptığı gibi kendilerinin yapabildiğini de gösterdiler.
Panelleri ve grup tartışmalarıyla, duvarlar boyunca akıp duran kısa filmleri, belgeselleri, fotoğraf sergileri, alternatif yayınlara tahsis edilmiş standlarıyla, yemek sohbetleri, kahve araları, yağmur altındaki koşuşturmalarıyla, Cezayir Cafe ve Saki'deki kalabalık ve dost atmosferiyle konserleriyle ve bildirgeleriyle İstanbul Uluslararası Bağımsız Medya Forumu 2006 yılının iletişim etkinlikleri içinde bana kalırsa en umutlusu, en ufuk açıcısı, en heyecanlısı ve en canlısıydı.
Bianet'in sevgili yüzleri Nadire, Ertuğrul, Erhan, Fügen, Baran, Leyla, Tolga, Ceren, Nilüfer... bu canlı atmosferi yaratabilmek için aylar boyunca uğraştılar. Buraya yazmakla bitiremeyeceğim pek çok BİA dostu da sözleriyle, düşünceleriyle, emekleriyle gönülden bir destek vermiş anladığım kadarıyla.
Varolsunlar. (SC/BA)
* Yard. Doç. Dr. Sevilay Çelenk, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi