Leyla Güven ile ilk kez tarihi 2015 Newrozu’ndan sonra Diyarbakır’da karşılaşmıştım. Üzerinde bej trençkotu, o zaman daha uzun olan saçları, dimdik duruşu ve cezaevindeki 4,5 yılın sindiremediği gülüşüyle daha dün gibi gözümün önünde. Oturup kahve içtik, sohbet ettik. Çözüm süreci için canla başla emek vermeye hazır bir kadın politikacı vardı karşımda. Leyla Güven şimdi yine cezaevinde, ama tutuklanırken söylediği gibi, siyaset yapmayı sürdürüyor. Leyla Hanım, sorularıma özenle verdiği cevapların başına iliştirdiği notta da, “Çok uzak olmayan bir zamanda Amed’deki aynı mekanda kahve içeceğimiz günü umutla bekliyorum” diye yazmış. Bir sonraki söyleşimizi Sülüklü Han’da kahve eşliğinde yapmak umuduyla, Leyla Güven ile mektuplaşarak yaptığımız mülakatı aktarıyorum.
Leyla Güven, son 11 yılın 7 yılını cezaevinde geçirdi. Viranşehir Belediye Başkanı'yken, KCK davasında 4,5 yıl tutuklu yargılandı, 2014'te serbest kaldı. 2015'te Urfa'dan HDP milletvekili seçildi. Türkiye'nin Afrin harekatını eleştirdiği için tutuklandı, cezaevindeyken 24 Haziran 2018 seçimlerinde HDP Hakkari milletvekili seçildi. 7 Kasım 2018'de, Abdullah Öcalan'ın üzerindeki tecridin kaldırılması ve "Türkiye'de barış ve demokratik sürecin yeniden başlatılması" talebiyle açlık grevine girdi. Sağlık sorunları nedeniyle 26 Ocak 2019'da tahliye edildi, açlık grevine ise 7 ay sonra, Abdullah Öcalan'ın avukatlarıyla görüşüp, çağrıda bulunması üzerine son verdi. 4 Haziran 2020'de, KCK davasından aldığı 6 yıl 3 ay hapis cezasının mecliste okunmasıyla dokunulmazlığı kaldırıldı ve milletvekilliği düşürüldü. 21 Aralık 2020'de ise, eş başkanı olduğu Demokratik Toplum Kongresi (DTK) davasında toplam 22 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı, ailesinin bulunduğu Diyarbakır'a 150 kilometre uzakta olan Elazığ Cezaevi'ne gönderildi. |
BİANET'TEN SÖYLEŞİ DİZİSİ- Dışarıdaki kadınlar sordu, içerideki kadınlar cevapladı
Leyla Hanım, nasılsınız? Sağlığınız, moraliniz nasıl?
Biz Elazığ Cezaevi'nde geleneksel tabuları yıkan, "itaat etmeyen", "sıradışı", "uslandırılamayan", "asi" kadınlarız. Yaşça en büyük ben, üç kuşak Kürt kadını bir aradayız. Renksiz, tel örgülerle çevrili duvarlara rağmen iyiyiz, moralliyiz. Bol bol okuyoruz, kitaplar aracılığı ile bütün dünyayı dolaşıyoruz. Her şeyin yasak olduğu cezaevinde bizdeki yaratıcılık tavan yapmış durumda. Her gün yeni yaratımlarla kendi rekorumuzu kırıyoruz. Sadece birkaç örnek vermek istiyorum. A4 kağıdını kahve ile renklendiriyor, üzerini kanaviçe gibi işliyoruz. Zeytin çekirdeklerini belli işlemlerden geçirip takılar yapıyoruz. Renkli iplerden harika bileklikler yapıyoruz. Dışarıdan bize gelen kartpostallardan kitap ayracı yapıyoruz. Ve daha birçok üretimimiz söz konusu :) Ürünlerimizi hem dostlarımıza hediye ediyoruz, hem de ailelerimize yük olmamak için dışarıya gönderip komünal yaşamımıza ek gelir sağlıyoruz. Tabii bir de "bilinmeyen dilde", yani Kürtçe marş söyleyip halay çekiyoruz. Bazen de "ana maltada" (koğuşların açıldığı ana koridor, ortak alan B.G.) yürürken, "ellerimizi cebimize koyup" gardiyanı kızdırıyoruz. Dışarıdaki insanlar şaşıracak, ama burada bize zaman yetmiyor. Sonuç olarak her açıdan sağlıklı ve moralliyiz.
Leyla Güven, Elazığ T Tipi Cezaevi’nde, koğuş arkadaşlarından Beritan Anahtar ile. Leyla Güven, Beritan Anahtar’ın 8 Mart yazı dizisi için çizdiği, kadınların Las Tesis dansını betimleyen resmi de yayınlanması için postaya verdi, ancak resim cezaevinin “Mektup Okuma Komisyonu” sakıncalı bulduğu için gönderilmedi.
Torunlarımın doğumu
Bunca yıldır tutuklu kaldınız, o sırada dışarıda hayat akıyor, ailenize yeni katılanlar da oluyordu. Siz içerideyken, hayat dışarıda nasıl aktı? En çok neleri özlediniz?
"Hayat asla durmaz, durmak hayata yakışmaz" diyor bir bilge. Çok doğru söylüyor. İçeride, dışarıda, yaşamın her alanında hayat acısıyla, tatlısıyla, sevinciyle, hüznüyle bir şekilde akıp gidiyor. Ben 10, 20, 30 yıl ve hatta daha uzun süredir içeride olan arkadaşlarıma oranla bu konuda en az bagaja sahip biriyim. Bu kısa sayılabilecek (toplamda 7 yıl) süreçte bile epey şey yaşamışım. 2009 yılında Viranşehir Belediye Başkanı iken tutuklandım. Oğlum evlendi, ben sadece resimlerini görebildim. Bir süre sonra torunum Avesta doğdu. Avesta'mı ilk kez Diyarbakır adliye binasının içinde, bizim için özel olarak inşa edilen "büyük duruşma salonunda" görebildim. Avukatlarımın mahkeme başkanından izin alarak Avesta'yı bir askerin kucağında bana gönderdiği günü asla unutamam.
Aynı dönemde babamın vefat ettiğini gazeteden öğrendiğimde, acımı arkadaşlarımla paylaştım. Yaşlı babamı son yolculuğuna uğurlayamadım. 2018 yılında yine tutukluyken canım annemi, ilk filozofumu kaybettim. Annem Cevriye bilge bir kadındı. Neolitik dönemin kadınları gibiydi. Son nefesinde "Leyla açtır, ona yemek verin" diyerek can verdiğini ailemden öğrendim. Açlık grevindeydim. Yolculuk yapamayacağım için onu uğurlamaya gidemedim. Tahliye olunca annemin ve babamın mezarına gittim, onlara "neden gelemediğimi" anlattım, onlarla dertleştim. 2020 yılında üçüncü kez tutuklandığımda, üçüncü torunum Ranya doğdu. Benim için dünyalar güzeli olan torunlarım Avesta, Zenda ve Ranya'yı doyasıya sevemedim, birlikte zaman geçiremedim. Dolayısıyla hayat bizden aldıklarıyla, bize kattıklarıyla her zaman ve daima akıp gidiyor.
"Gökyüzünü sınırsız görebilmeyi özledim"
Ben coğrafyamızda yaşanan acılara tanıklık eden "bir Kürt kadını" olarak, bir "anne", bir "siyasetçi" olarak kendi yaşadıklarımı söylemekten imtina ederim. Taybet Anne'nin çocuklarını, Cemile Çağırga'nın, Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol, Berkin Elvan ve daha nicelerinin ailelerinin yaşadığı vahşeti ya da Kürt halkının bağrında açık bir yara olan Roboski'yi düşününce, benim yaşadıklarımın çok daha hafif olduğunu söyleyebilirim. Bu topraklar acılara fazlasıyla doydu. Artık sevgiyi, hoşgörüyü, huzuru, barışı konuşalım, yazalım diyorum. Dışarıda en çok arkadaşlarımı, dostlarımı, yoldaşlarımı özledim. Toprağa basmayı, gökyüzünü sınırsız görebilmeyi, ağaçlar altında yürüyebilmeyi, bir yaprağa dokunabilmeyi ve daha birçok şeyi özledim.
Çok zor zamanları, yanınızda bir kadınla, kızınız Sabiha Temizkan ile geçirdiniz. Anne kız ilişkinize dair birkaç şey söylemek ister misiniz?
Sabiha ile aramızda sadece 17 yaş var. Dolayısıyla biz onunla beraber büyüdük. Hayatımdaki en anlamlı varlık, ruhum ve bedenimin bir yarısı, beni hiçbir zaman yalnız bırakmayan canım kızım. Ben dışarıdayken en az zaman ayırdığım, telefonlarına gece yarısından sonra dönebildiğim hep Sabiha olurdu. O da bu durumu büyük bir olgunlukla karşılar ve beni anladığını ifade ederdi. Benim politik faaliyetlerimi bir gazeteci olarak yakından takip ediyor ve her zaman saygı duyuyordu. Çünkü o da halkımızın yaşadığı hukuksuzlukları biliyordu. Her tutuklandığımda kendi çalışmalarını askıya alıp, hayatında bana göre değişiklikler yaptı. Şimdi de görüşüme düzenli gelebilmek için Diyarbakır'a yerleşti. Sanırım benim gibi bir annenin kızı olmak bedel istiyor. Sabiha da bu bedeli fazlasıyla ödüyor. Zaten biz kadınların mücadelesi de annelerin, kızların, oğulların birbirleri için kaygılanmayacağı, bedel ödemek zorunda kalmayacağı, herkesin barış ve huzur içinde yaşayabileceği günler içindir. Yaklaşık 5 ay önce tutuklanıp yanımıza gelen Songül arkadaşımızın 2 yaşındaki kızını düşününce, anneler ve kızlar hikayelerimizin devam ettiğini üzülerek görüyoruz. Ama kadınların bu görkemli mücadelesiyle bütün hukuksuzlukları ortadan kaldırmaya kararlıyız.
Kadınlarda yoldaşlık hukuku
Cezaevinde kadın dayanışması nasıl yaşanıyor? Sadece siyaseten değil, duygusal olarak bu süreci beraberce nasıl geçiriyorsunuz?
Her toplumun kültürel, siyasal, idelolojik kodları vardır. Bu kodlar en çok da zorunlu birlikteliklerde zorlayıcı olabilmektedir. Sonuçta herkesin içinde büyüdüğü aile yapısı, kişilik özellikleri değişebiliyor. Biz bu konuda çok avantajlı bir durumdayız. Birincisi her birimi kadın bilincine sahip, kadın özgürlüğüne inanan feminist kadınlarız. İkincisi, politik düşünce, dünyaya bakış açısı ve ideolojik olarak aynı perspektife sahibiz. Üçüncüsü, Kürtçe "reheval" dediğimiz yoldaşlık hukuku bizde çok güçlüdür. Dışarıdan gelebilecek herhangi bir tehlike karşısında her birimiz birbirimizi korumak için öne atılır, yoldaşımızı gelecek darbeden de korumaya çalışırız. Emek açısından da adeta yarış içerisindeyiz. Her birimiz daha fazla emek sarf edebilmek için çaba gösteririz.
Örneğin ben koğuşun en yaşlısı :) olduğum için bana hiçbir iş yaptırılmaz. Bütün itirazlarıma rağmen bu durum yıllardır devam ediyor. Dolayısıyla bizi birleştiren şeyler çok fazladır. Burada her anlamda eşitiz. Sadece dışarıda çocukları olan ve dolayısıyla sorumlulukları olan annelerin ruh hallerini anlamak ve onlara yardımcı olabilmek için daha çok çaba sarf ediyoruz. Burada bir kişinin acısı hepimizin acısı, sevinci hepimizin sevinci olabiliyor. Telefon ve aile görüşünden döndüğümüzde, bir saatlik görüşü günlerce konuşur, tartışırız. Hangimizin ailesi ne dedi, ne yaşıyor, ne düşünüyor, biliriz. Mektup günü selamlar havada uçuşur. Bu şekilde birlikte yaşamayı anlamlı kılıyoruz.
Kadınların cezaevinde çıkardığı Kürtçe dergi TEVN'in kapağı ve iç sayfaları.
Elde işlenen dergi TEVN
Cezaevinde "TEVN" adında bir dergi çıkardınız kadınlar olarak. Tewn ismini nasıl seçtiniz? Bu dergiden, oluşum sürecinden ve içeriğinden bahseder misiniz?
"Tevn" Kürtçe dokuma tezgahı (alat) anlamını taşıyor. Bu ismi kullanmamızın nedeni Kürt kadınlarının tarihte hep tevn etrafında toplanıp, birer sanatçı gibi eserler yaratmalarıdır. "Tev" kelimesi ise Kürtçede "bütünü" ifade eder. Her ne kadar eril sistem kadınların toplu yani kolektif faaliyetlerini dedikoduya indirgemek istese de, esasında kadınlar bu faaliyetleri ile ilmek ilmek ördükleri sosyal ve sanatsal bir etkinlik içindedirler. Koğuşumuzun yaşça en küçük üyesi 24 yaşındaki Şırnaklı Emine arkadaşımız, kültür sanat kurumu (MKM) çalışanı iken tutuklanmıştı. Burada belli periyodlarla, sazı ile sözü ile bize müzik ziyafeti çekiyor. Bu derginin adını da Emine hevalimiz önerdi. Dergi fikri nasıl doğdu? Aslında cezaevlerinde bu tür faaliyetler yeni değil. Tutsak arkadaşlarımız kitap, dergi, roman, makale, resim gibi birçok değerli çalışma yaptılar ve hala da yapıyorlar. Yaklaşık 28 yıldır tutsak olan arkadaşım Mizgîn Aydın, onlarca Kürtçe kitap yazdı. Dışarıdaki günlük gazetelere de düzenli yazılar gönderdi. Dolayısıyla buraları bizim açımızdan yan gelip yatma yeri değil, aksine üretim merkezleridir.
Ben de bir gün dergi çıkarma fikrini paylaştım. "Biz daha önce hiç böyle bir çalışma yapmadık, yazarız, ama dışarı göndermemek kaydıyla, çünkü biz çok amatörüz" dediler. Ben de onları ikna etmek için "Tamam" dedim. Elimizde ürettiğimiz tek nüshayı çoğaltması için kızım Sabiha'ya postaladım, sonra da "Arkadaşlar yazılarınız dergi olacak" diye haber verdim.
Dergimiz niye Kürtçe? Çünkü dilimizden dolayı Cumhuriyet tarihinde yaşamadığımız şiddet, asimilasyon kalmadı. "Kamber Ateş nasılsın"dan, "Türkçe konuş, çok konuş"a kadar verebileceğimiz binlerce örnek söz konusu. Biz de 11 Kürt kadını olarak günlük yaşamda anadilimizi konuşuyor, rüyalarımızı Kürtçe görüyor, ailelerimiz ile Kürtçe konuşuyoruz. Biz kadın tutuklular 21. yüzyılın Erdoğan Türkiyesi'nde, Elazığ Cezaevi'nde bilinmeyen ve anlaşılmayan bir dilde sözlü marş ile halay çektiğimiz için ceza almıştık. Böylece tekrar gördük ki, aradan geçen bunca zamana rağmen, bu ülkeyi yönetenlerin Kürtlere karşı kini ve zihniyeti hiç değişmemiş. Bu nedenlerle dergimizi Kürtçe çıkardık.
“Tevn” Kürtçe’de dokuma tezgahı demek. Bu dergiyi Leyla Güven ve koğuşundaki kadınlar birlikte, el emeğiyle, derginin adını kağıda işleyerek, resimleri sayfalara, sayfaları birbirine dikerek üretti. Koğuşta elde üretilen tek nüsha dışarıda çoğaltıldı, ailelere dağıtıldı.
8 Martları siz cezaevindeki kadınlar nasıl geçiriyorsunuz?
8 Mart, bütün dünyada aylar öncesinde hummalı çalışmalarla karşılanan ve kadınlar için kutlama gününden ziyade, bir direniş günü ve eril sistemden hesap sorma günüdür. Bundan dolayı da kadınlar fabrikada, tarlada, evde ve yaşamın her alanında direnişi kuşanıp 8 Martların kutlandığı alanlara akarlar. "Yaşamı ancak yaşamını gözden çıkaranlar kazanabilir" diyordu sevgili Clara Zetkin. Biz kadınlar da onların ardılları olarak diyoruz ki, Roza'lardan Sara'lara, Taybet Anne'den Özgecan'a, erkek şiddeti ile katledilen bütün kadınların hesabını sormak için o alanlarda olacağız. Derimiz hangi renk olursa olsun, hangi dili konuşursak konuşalım, hepimiz aynı katmerli toprağın çamurundanız. Günümüzde kadına şiddet küresel ölçekte yaşanıyor, bizim mücadelemiz de küresel ölçekte sınırları aşacak ve özgür yaşamın yaratılmasına vesile olacaktır. Biz kadınlar egemen sistemin yolumuza döşediği mayınlardan haberdarız. Aynı zamanda ayağımıza batan dikenlerin, aradığımız gülün habercisi olduğunu da biliyoruz. Ayrıca, eğer itilmezse hiçbir "diktatörün" düşmeyeceğini de dünya deneyimlerinden biliyoruz. Bu nedenle eril zihniyete yüksek sesle "Hayat kanundan daha güçlüdür" deme ihtiyacı duyuyoruz.
"Hüzünlüyüz, öfkeliyiz, direnişteyiz"
Biz kadınlar kimliğimizden hiçbir zaman utanmayacağız. Siz kapitalist, emperyalist, faşist sistemler ise katlettiğiniz, kullandığınız dille katline sebebiyet verdiğiniz bütün kadınlar için hesap vereceksiniz. Hem de lütuf beklemeden bunu yapmak zorundasınız. Bu 8 Mart'ı da yine katledilen her bir kadın için "Hüzünlüyüz, öfkeliyiz, direnişteyiz" diyerek, isyanla geçirdik. Biz kadınlar asla umutsuzluğa düşmeden, birbirimize sarılıp birlikte yürüyerek çıkacağız düzlüğe. Bu nedenle 8 Mart alanlarında yoksulluğa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe karşı isyanımızı hep yüksek sesli haykırıyoruz. Rojava'da DAİŞ barbarlarına karşı direnen kadınlardan, Afganistan'da Taliban'a karşı direnen kadınlara ve yaşamın her alanında tekçi, tutucu, milliyetçi, dinci, cinsiyetçi, kadın ve insanlık düşmanı bütün unsurlara karşı öz irademizle, öz savunmamızla sorgulayarak, hesap sorarak mücadelemizi sürdüreceğiz. Gelişen teknolojik ağlar sayesinde kadınlar dünya ölçeğinde deneyimlerini paylaşarak, eylemlerini planlayarak her günü 8 Mart ruhu ile karşılayarak dünyayı kadın rengine büründürecektir. Bu düşüncelerle bütün kadınların geçmiş 8 Mart'ını kutluyor, şiddetin olmadığı bir dünyada buluşmayı umut ediyorum. Biz tutsak kadınların yüreği hep yanıbaşınızda olacak. Yaşasın 8 Mart. Bijî 8 Adare.
Kasırga hızında değişimler
Sizi memlekete dair en çok kaygılandıran ve en çok umutlandıran şey nedir?
Sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada kasırga hızında bir değişim yaşanıyor. Pandemi bu değişimi hem görünür kıldı, hem de hızını artırdı. Despot ulus-devletler globalleşen, iki kutupludan çok kutupluya evrilen dünyada aşılmış ve toplumlar için bir sistem olmaktan çıkmıştır. Doğayı ve kadınları yok ederek bugüne kadar ayakta kalan bu sistem, hiçbir varlığın sınırsız olmadığını acı deneyimlerle bütün topluma yaşatmış oldu. Pandemi döneminde evde kalan erkeklerin kadınlar ve çocuklara neler yaşattığını hepimiz iyi biliyoruz. Küresel çapta yaşanan iklim krizleri, doğanın öz savunması olarak ele alınmalıdır. Yangın, sel, Tsunami, hortum, deprem, salgın hastalıklar vb. felaketler artarak devam ediyor. Aslında neolitik toplumdan sonra bilim toplumsal olmaktan çıkarılıp eril zihniyetlerin, iktidar erkinin eline geçti. Bilim insanları dünyanın gidişatına yönelik çok fazla bilgiye sahipler, ancak egemenler bu bilgileri ısrarla toplumdan saklıyor. Kaygım odur ki, geliştirilen yapay zekayla insanlar işsiz ve işlevsiz kalacak, bu durum da ciddi bir kaosa neden olacaktır. Dolayısıyla toplumların demokratik, eşit, özgün bir ortamda yaşamlarını sürdürebilmesi için, insanlık adına yürütülen bütün çalışmalar ve gelişmelerin şeffaf ve katılımcı olması şarttır.
"500 milyon Avrupalı birkaç milyon mülteciyi barındıramıyorsa..."
Yüreğimizi burkan diğer bir mesele de, küreselleşen dünyada sınırların anlamını yitirdiği gerçeği orta yerde dururken, ülkelerindeki savaş ve çözümsüzlükten kaçan mültecilerin göç yolunda ölmeleri ve cenazelerinin kıyılara vurmasıdır. Eğer 500 milyon varsıl Avrupalı birkaç milyon mülteciyi kendi ülkelerinde barındıramıyorsa, bir zahmet demokrasiden, insan haklarından bahsetmesinler! Bütün dünyada gittikçe derinleşen zengin-fakir, siyah-beyaz, güçlü-güçsüz, doğulu-batılı ve daha birçok çelişki artık yönetilebilir durumdan çıktı. Gelinen aşamada bütün dünyada faşizm ve sosyalizm ideolojilerinin kıyasıya bir mücadelesi vardır. Hangi ideoloji toplum tarafından kabul edilecek, son derece önemlidir.
Faşizm karakteri itibariyle "kazanmaz, ama gasp eder". Böylesi bir zamanda kadınlar, gençler, solcular, sosyalistler, sosyal demokratlar, ekolojistler ve daha birçok kesime büyük görevler düşüyor. Bu anlamda umuyor ve diliyorum ki, bütün coğrafyalarda esen sol sosyalist rüzgarla birlikte, ekolojik ve evrensel değerler, haklarımızın özgürlüğü ve bağımsızlığı için sınırsız ve sınıfsız bir yaşamı sağlayacaktır. Temennimiz demokratik dünya, özgür toplum, ekolojik yaşamdır.
2023'e doğru
Siyasette 2023'e doğru muhalefetin girişimlerini, yeni ittifakları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt halkına, Ermeni, Süryani, Ezidî, Alevi halklarına ve inançlarına reva görülen bütün zulüm çeşitlerini yaşadık, biliyoruz. Fakir ve zengin çelişkisi, son 20 yılda hiç bu kadar derinleşmemişti. Dış politikada yalnızlaşan AKP-MHP iktidarı, iç politikada da yolsuzluk, yoksulluk ve yasakları perdelemek için her gün yeni bir suni gündem yaratmakla meşguldür. Ancak yarattığı gündemler Z kuşağı ve cesur muhalifler tarafından anında deşifre ediliyor ve boşa çıkarılıyor. Mağduriyet üreterek 20 yıl iktidarda kalan bu zihniyet, yeni bir hikaye yaratamıyor ve çırpındıkça daha çok dibe batıyor. Dolayısıyla Roboski'den Soma'ya, Suruç'tan Ankara Gar Katliamı'na, 20 yılda haklara yaşattıkları bütün acıların hesabını iç hukukta ve uluslararası hukukta (Lahey'de) verecekler. Bundan zerre kadar şüphemiz yok.
"CHP eril milliyetçi politikalara destek oldu"
Muhalefete gelince, partimiz HDP-DBP hariç diğer partilerin ideolojileri politikaları tamamen nötrleşmiş durumda. Sosyal demokrattan beklenen refleksi sağ muhafazakar bir parti dile getiriyor ya da tersi yaşanabiliyor. AKP'nin 20 yıl iktidarda kalmasının sebebi, başarısından değil, muhalefetin pasifliği, etkisizliği ve yetersizliğinden. CHP Türkiye'nin en eski ve etkili partisi olması hasebiyle önemli bir rol ve misyona sahip. Ancak bu köklü geçmişine rağmen statükoculuğu aşamamış, rönesansını yaşayamamıştır. Bu nedenle de uzun yıllardır topluma umut olamamış ve iktidara gelememiştir. Yıllardır ana muhalefet partisi olarak, isteyerek ya da istemeyerek, iktidarın eril milliyetçi, despot politikalarına destek olmuştur. Şimdilerde ise bütün sağ milliyetçi, dinci kesimleri etrafına toplayarak, "adeta Erdoğan'ı gönderme korosu" kurmuştur. Demokrasilerde çok seslilik, ilkeli birliktelik ve ittifaklar elbette önemlidir, ancak çıkan seslerin ne dediği de aynı ölçüde önemlidir. Başta HDP-DBP ve bütün sol sosyalist muhalif kesimleri, kanal kanal dolaşıp düşmanlaştıran, hepsini terörist, marjinal, bölücü ve daha bir çok ağır kavramla suçlayan İYİ Parti ve diğer ortakları ya da dostlarıyla birlikte iktidara geldiklerinde, nasıl bir yol ve yöntem izleyecekleri merak konusu. İktidara gelebilmek için ilkelerinden taviz veren partilerin, iktidar olduktan sonra "Yetmez ama evet" deyip demeyeceği, dokunulmazlıkların kaldırılması için el kaldırıp kaldırmayacağı ve ülkenin diğer kronikleşmiş sorunları ile ilgili ne yapacağı, halklarımız tarafından yakından takip ediliyor.
CHP Genel Başkanı, hala Dersîm'e Dersîm diyemeyen, mecliste iki HDP'li, bir CHP'linin dokunulmazlığı kaldırıldığında, sadece kendi vekilinin ismini dillendiren bir politikacıdır. AKP iktidarını, dünya kadar hatası varken, sürekli çözüm süreci üzerinden eleştirmiştir. Yani "hak-hukuk-adalet" derken, kendi partilerinin ve belli bir kesimi ifade etmiş, adeta düşman hukuk uygulanan Kürtlere dair söz söylemekten imtina etmiştir. Yaklaşık 30 milyon Kürt'ün anadili olan Kürtçe yasağına karşı hiçbir somut proje üretmiyor, politika geliştirmiyor.
"Bizleri ziyaret eden CHP'li kadın olmadı"
CHP'nin genel politikaları, ne yazık ki kadın politikalarına da sirayet ediyor. HDP'li onlarca tutuklu kadın belediye başkanı, kadın milletvekili, eş başkanları varken, bugüne kadar CHP'li kadınların onları cezaevinde ziyaret ettiklerini duymadım. Eğer ziyaret etmişler ve ben duymamışsam "Pardon" diyeceğim. Oysa biz kadın politikalarının partiler üstü olduğunu, kadın dayanışmasının olmazsa olmaz olduğunu hep söyledik ve söylüyoruz. Dolayısıyla Türkiye'deki ana muhalefet partisi ve dostlarının topluma güven vermediğini düşünüyorum. Halklarımız hiçbir zaman çözümsüz ve alternatifsiz değildir. Bu ülkenin işçileri, emekçileri, kadınları, gençleri her görüşten ve inanıştan muhalifleri, halkların demokratik iktidarı için mücadele edecektir. Demokratik ekolojik kadın özgürlükçü bir perspektif etrafında güç birliği oluşturacak, faşist, liberal anlayışları asla izin vermeyecektir. HDP bileşenleri ve demokratik evrensel değerlere inanan muhalif bütün kesimler, emperyalist zihniyetlere umudu büyüterek alternatif olacaklardır. 2023 yılı, halkların derin nefes alacağı, adeta her mevsimde baharı yaşayacağı, hiç kimsenin aç ve açıkta kalmayacağı yılların başlangıcı olacaktır. Buna gücümüz de, cesaretimiz de var! Bugünlerin gelebilmesi için, yaşamın her alanında direnenlere bin selam olsun.
"Ellerimiz cebimizde kahkahalarla"
Bir infaz koruma memurunun elinizi cebinizden çıkarmanız için yaptığı baskı hücre cezasına kadar vardı. Siz itiraz ettiniz. Bu duruma ve cezaevi koşullarına dair söylemek istedikleriniz neler?
Dünyanın her yerinde egemenler tutuklandıkları kişileri tektipleştirmek ve karşılarında el pençe divan durmalarını sağlamak için özel yöntemler geliştirirler. Guantanamo, Evin, Ulucanlar ve Diyarbakır cezaevlerinde yaşananlar, bunun birer örneğidir. Foucault, "Hapishanenin Doğuşu" kitabında bu konsepti çok iyi analiz ediyor. Devrimciler, direnişçiler, bu insanlık dışı anlayışı asla kabul etmemiş ve çok ağır işkencelere maruz kalmışlardır. Anlaşılan AKP iktidarı bu direniş tarihlerini çok iyi okumamış, okuduysa da anlamamış. Cezaevlerinde sinsi, inceltilmiş yöntemlerle tutsakların iradelerini kırabileceklerini zannediyorlar. Bütün cezaevlerinde çok ciddi hak ihlallerinin yaşandığını basından takip ediyoruz.
Başta sevgili Aysel Tuğluk arkadaşımız olmak üzere, hasta tutukluların içeride ölüme terk edildiğini biliyoruz. Bütün bunlara rağmen gücünü nereden aldıkları müphem bir güruh, cezaevlerinde kaos ve kriz çıkarmayı amaçlıyor. Muhtemelen evinde de bir despot olan bu erkek gardiyanın da, benim şahsımda böyle bir girişimde bulunduğunu düşünüyorum. Onun zihniyetine göre kadınlar erkekler karşısında ezik, mahçup olmalı ve hazır olda durmalıdır. Benim kendisine, "Ben senin ne memurun, ne askerinim. Sen kimsin? Haddini bileceksin" demem, onun kendisini kaybetmesine, adeta sinir krizi geçirmesine neden oldu. Tabii bu yaşananlar tüm cezaevi yönetiminin gözleri önünde olmasına rağmen, onların beraber, ben tek başıma olduğum için, bana 11 gün hücre cezası verildi. Onlara şunu söyledim: "Eğer bizler bu tür kişilere boyun eğmiş olsaydık, buralarda olmazdık". Değil 11 gün, 1001 gün de olsa asla boyun eğmeyeceğiz. Ellerimiz cebimizde, sansürsüz, kahkaha atarak yolumuza devam edeceğiz.
(BG/NÖ)
DIŞARIDAKİ KADINLAR SORDU, İÇERİDEKİ KADINLAR ANLATTI
Figen Yüksekdağ: "Gündüzden geceye, kadınlar el ele özgürlüğe!" / Ayşegül Doğan'ın söyleşisi
Hapishanenin "Pîrik*"i Gülser Yıldırım: Aysel Tuğluk'la dayanışma çok kıymetli / Evrim Kepenek'in şöyleşisi
Sebahat Tuncel: "Bu karanlıktan çıkış uzak değil" / Mehveş Evin'in söyleşisi