Fransız ekonomisinde işler kötüye gidiyor. Bütçe açığı 104 milyar avroya çıktı. 2009 yılı içinde ekonomik gerilemenin (yüzde -1,5), 1993 (yüzde -0,9) ve 1975‘teki (yüzde -1 gerilemelerden daha da önemli olacağı hesaplanıyor. Ayrıca bu kez, gerilemenin kalıcı olacağı da düşünülüyor.
Sadece geçtiğimiz ay içinde 90 bine yakın işçi işini kaybetti. 2010 yılı için öngörüler de pek parlak değil. Kalkınma hızının ancak yüzde 1 civarında olacağı tahmin ediliyor. Diğer Avrupa ülkelerinde de durum pek parlak değil. Özellikle Doğu Avrupa’da işler daha da kötü. Doğu Avrupa ülkelerinin çoğunda banka sistemi çöküşün eşiğinde, hatta kamu borçları bu ülkelerin bazılarını iflasa götürebilecek durumda.
Bunun yanı sıra, Avrupa'nın zengin ülkeleri, gerek zor durumdaki bankaları destekleyebilmek veya ulusallaştırma giderlerini karşılayabilmek için, gerekse ekonomiyi yeniden canlandırma amacıyla giriştikleri harcamaları finanse etmek için taze sermaye gereksinimi içindeler. Bunun sonucunda, doğudan batıya doğru, Doğu Avrupa ülkelerindeki mali krizi daha da ağırlaştıran sürekli bir sermaye akışı yaşanıyor... Halbuki bu kriz, batılı bankaların bu doğu Avrupa'daki yatırımları nedeniyle süratle batıya da yayılma potansiyelini taşıyor. Avrupa çapında koordinasyonun eksikliği var ve şu anda ortak bir çalışma içine girilmiş değil.
1 Mart toplantısı ve Avrupa dayanışması
Geçtiğimiz pazar günü, 27 Avrupa Birliği ülkesini temsil eden devlet başkanları ve başbakanları, Paris ve Berlin’in çağrısı üzerine, Brüksel’de bir araya geldiler. Ekonomik krizi görüşmek üzere gerçekleştirilen olağanüstü konsey toplantısından fazla bir şey çıktığını söylemek mümkün değil. Hiç kuşkusuz taraflar görüş ayrılıklarını ön plana çıkarmadılar. Kapıları vurup çıkan olmadı. Kriterleri yerine getiren ülkelerin avro’ya geçiş sürelerinin kısaltılmasına karar verildi. Hatta "27 üye ülke arasında her türlü korumacılık eğilimleri" lanetlendi. Ama Avrupa dayanışması burada kaldı.
Bu durum, Avrupa’nın geleceği açısından pek iç açıcı görünmüyor. Bir çok gözlemciye göre Avrupa Birliği tam bir sınavla karşı karşıya. Bu sınav dayanışma sınavı. Kuşkusuz Avrupa Birliği bugüne kadar bundan çok daha zor dönemlerden geçerek ayakta kalmayı becerdi. Ama karşılaşılan zorlukların hiçbirisi uluslararası bir kriz ortamında yaşanmamıştı. Endişeli bir dayanışma beklentisi her zamandan fazla ve bu endişenin her an kızgınlığa dönüşmesi olasılığı var. Önümüzdeki Haziran ayında Avrupa Parlamentosu seçimleri yapılacak. Bu endişelerin veya kızgınlığın seçimlere nasıl yansıyacağı belli değil.
O zamana kadar ortak çözüm arayışları içine girilemez ve bir umut yaratılamazsa, herkesin kendini kurtarma çabası içine girme olasılığı yüksek. Bunun sonucunda bazı ülkelerin "korumacılık" politikasına yönelmelerinin önüne geçmek çok zor olacak. Korumacılık eğilimi bir yerde ortaya çıkınca da, hemen kopya ediliyor ve salgın hastalık gibi yayılıyor. Ama 27 ülkenin ekonomileri o kadar iç içe geçmiş bir durumda ki, ekonomik milliyetçiliğin ortak bir intihar olacağı çok açık.
Bunun sonucunda Avrupa ülkelerinin en zenginlerinin bile ağır bir darbe alması kaçınılmaz. Bu durumda birliğin, sorun değil, sorunun çözümü olduğunun gösterilmesi gerekiyor. Birliğin güçlendirilmesi, bir üst düzeye daha taşınması gerekiyor. 25–26 şubat tarihleri arasında yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre (kamuoyu yoklamasının ayrıntılarını Europanova.eu sitesinde okuyabilirsiniz), en azından Fransa’da, Fransızların çoğunluğu (yüzde 67) krize karşı Avrupa’nın uyumlu, hatta ortak bir politika içinde olması gerektiğini inanıyor. Sorunun çözümünü ulusal düzeyde görenlerin oranı sadece yüzde 33.
Bu kesimin sosyolojik yapısı, Avrupa anayasası referandumu sırasında "hayır" kampında yer alanlarla benzerlik gösteriyor. Sorunun çözümünü Fransa içinde görenlerin yüzde 37‘sini kadınlar, yüzde 40'ını işçiler, yüzde 37'sini diplomasızlar oluşturuyor. Aynı kamuoyu yoklamasına göre, bu kriz ortamında, gerçek bir Avrupa hükümeti fikri insanlara hiç de aykırı gelmiyor. Ama bu veriler değişken ve yaygın.
Ortak bir ekonomi politikasının saptanması
Bir çok gözlemciye göre, krizden çıkış için, her şeyden önce, ortak para birimi avro’nun kullanıldığı ülkeler içinde ortak bir politik yönelimin oluşturulması gerekiyor. Böylece diğer üyelerinde zamanla eklemlenebileceği bir ekonomi politikası oluşturulabilecek. Avrupa çapında mali koordinasyonun gerekliliği üzerinde geçmişte çok duruldu. İrlanda'nın son on yılda gösterdiği olağanüstü gelişme, bir ölçüde, bu ülkenin firmalara sağladığı vergi avantajları sayesinde oldu. Aynı durum Londra için de geçerli. Koordinasyon eksikliği, bütün Avrupa’da, sermaye ve kalifiye işgücü üzerindeki vergilerin düşmesine neden olurken, zenginliklerin yeniden dağıtımı aracı olan gelir vergisi ve sosyal kesintilere ağır bir darbe vurdu.
Üstelik yaratılan vergi rekabeti ortamı, bu şirketlerin her türlü denetim mekanizmalarının dışında kalması sonucunu da doğurdu. Bugüne kadar hiç bir denetim ve koordinasyon olmadan iş görmeye alışmış, bu nedenle Lizbon anlaşmasının dayattığı, haksız rekabeti ortadan kaldıracak veya azaltacak minimum koordinasyonu bile referandumla reddeden İrlanda örneği, uzun zamandır yapılması gerekenlerin artık zorunlu hale geldiğinin bir göstergesi : Serbest rekabet Avrupa düzeyinde ortak bir vergi sisteminin, hizmet sektöründeki serbest rekabet ise Avrupa ölçeğinde (bankalara, finans ve sigorta kuruluşlarına yönelik) bir denetim ve gözlem mekanizmasının oluşturulmasını gerektiriyor.
Avrupa tahvili çıkartılarak büyük altyapı yatırımlarına girişmek
Özellikle sosyalistlerin savunduğu bir önlem de bir Avrupa tahvilinin çıkartılması. Bu tahville ile finanse edilecek altyapı yatırımlarıyla kıta çapında ekonomik canlılık sağlanması düşünülüyor. Böyle bir uygulamayla hem durumu kritik olan ülkelere yardım edilmesi olanağı yaratılacak, hem de yardım karşılığında, Avrupa düzeyinde bir vergi düzenlemesi ve finansal kurallar dayatılarak -kimse bu yardımı reddedecek durumda değil- Avrupa düzeyindeki koordinasyon güçlendirilebilecek.
Olağanüstü koşullar, bir şok tedavisini kabul ettirebilecek durumda. Dayatılacak ortak kurallar, büyük bir ihtimalle demagojik "ekonomik milliyetçilik" eğilimine karşı en iyi mücadele aracı olacak. Son olarak da, havacılık sektöründeki Airbus örneğinden kalkarak, belli başlı alanlarda ortak bir Avrupa sanayii yaklaşımının oluşturulması da düşünülenler arasında. Kuşkusuz bütün bunlar için siyasi irade gerekiyor. Haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri bu iradeyi doğuracakmı? Hepbirlikte göreceğiz.(SŞ/EÜ)