1937 yılının bazı ayları ile 1938 yılının ilk aylarını muhalif sebep ve vazifelerle Almanya ve İngiltere'de geçirmiştim. İngiltere'de bulunduğum sırada bir gün, Atatürk'ün aniden hastalandığını, muayene ve tedavisi için Fransa'dan bir profesörün getildiğini duydum. Gerçekten bir müddetten beri sağlık durumu pek iyi değildi; icabında yorgunluk eseri göstermeyen, o sağlam vücutlu ve demir iradeli o Büyük Adam'ın son zamanlarda pek çabuk yorulduğunu ve bunu gizleyemediğini, hayretle karışık bir üzüntü ile görüyorduk; 5-10 basamaklı bir merdiveni güçlükle ve ancak dinlene dinlene çıkabiliyordu.
Çankaya'daki yeni köşkte ikinci kata çıkmak için zaten asansör vardı. Bu hal karşısında Dolmabahçe Sarayı'ndaki hususi dairesine de bir asansör koydurmak mecburiyetini duymuştuk. Sık sık ateşleniyor, hastalanıyor, günden güne zayıflıyordu; ara sıra burnu da kanamakta idi.
Bundan başka ayak ve bacakları ile vücudunun başka yerlerinde vakit vakit kendisini çok rahatsız eden kaşıntılar olduğundan şikâyet ediyor, bilhassa sol bacağının kasık ile dizkapağı arasındaki bir nahiyesinde -ki en çok kaşınan yerdi- kendi tabiri ile keçeleşme hissettiğini söylüyordu. Bazen ve en çok sofrada şiddetli bir öksürüğe tutuluyor, dakikalarca adeta soluğu kesilir ve boğulur gibi oluyordu.
Rahmetli Ordinaryus Profesör Dr. Neşet Ömer İrdelp ile boğaz, burun ve kulak mütehassısı Dr. Ziya Naki Yaltırım; zamanın Sağlık İşleri Vekilleri (ilkin Dr. Refik Saydam, sonra Dr. Hulusi Alataş) ve Vekâlet Müsteşarı Dr. Asım İsmail Arar'ın daimi takip ve sıkı nezaretleri altında bu arızaları bertaraf etmeye çalışıyorlardı.
Atatürk teşhise varılmak üzere yapılması elzem bulunan labaratuar tetkiklerini kolaylaştırmaya hiç yanaşmıyordu. Yakından şahidim ki, Prof. İrdelp'in umumi tahlil yaptırmak için ısrarla istediği 24 saatlik idrarını bir türlü toplatıp verememişti. Zavallı Prof. büyük bir çaresizlik içinde çırpınıp dururken, Dr. Ziya Naki Yaltırım da takip ettiği "cauterisation" usulü ile burundaki kanamaları kestirmek yolunda beyhude gayretler sarf ediyordu...
Ne çare ki kendisini muayene ve tedavi eden, hatta bu yoldaki çalışmaları tanzim ve idare eyleyen vazifeli ve ilmi selahiyet sahibi doktorların hepsi, gerek burun kanamalarını, gerek kaşıntıları, mücerret olarak ele elıyor, hiçbirisi bunların bir iç hastalığıyla alakalı olabileceği ihtimali üzerinde durmuyor, yahut -ne bileyim- duruyorlardı da bize ifade etmiyorlardı. Bu itibarla İngiltere'de aldığım kötü haber, bende pek acı bir sürpriz tesiri yaptı, beynimden vurulmuşa dönmüştüm.
Demek ki ilk endişelerim tahakkuk etmişti ve hariçten mütehassıs doktor da getirildiğine bakılırsa hastalık ciddi idi... Geçirdiğim 40 saatlik sıkıntılı bir tren yolculuğundan sonra İstanbul'a geldiğim gün (25 Nisan 1938) Başvekil Celal Bayar'la Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü Aras'ın resmî bir ziyaret için Atina'ya gitmek üzere İstanbul'da Pera Palas otelinde bulunduklarını öğrendim.
Otele gidip kendileri ile görüştüm; bana hastalık hakkında tafsilat verdiler. Fransa'dan celbedilen Prof. Dr. Fissenger'in durumun ciddiyetini gizlememekle beraber: "Böyle gider ve vesayaya riayet ederse daha 7, 8 sene yaşaması mümkündür" dediğini, bundan dolayı ferahladıklarını söylediler.
Bayar, hastalığın nasıl meydana çıktığını da hikâye etti. 27 ?ubat 1938 gecesi Hariciye Köşkü'nde o yıl Ankara'da toplanan Balkan Antantı azası şerefine verilen ziyafet ve resmî kabulde, Dahiliye Vekili ?ükrü Kaya, yüzü mosmor bir halde yanına gelmiş.
Sıhhiye Müsteşarı Dr. Asım İsmail'in, Atatürk'ün sıhhati hakkında çok endişe verici şeyler söylediğini haber vermiş. Derhal doktoru bulmuş, o da Atatürk'ü istasyonda gördüğünü; halini hiç beğenmediğini, burnundan gelen kanın ciğerden geldiğine ihtimal verdiğini, eğer öyle ise halin vahim olduğunu ifade etmiş.
Atatürk o gece ziyafete yine burnu kanadığından dolayı mutadı hilafına biraz geç gelmiş imiş... Atatürk'teki öldürücü hastalığın başlangıcını hemen hemen 1936 senesinin sonlarına kadar geri götürmek yanlış bir düşünce addedilemez; fakat başlangıçta görülen bu ufak-tefek delil ve emareleri bir karaciğer kifayetsizliğine bağlamak kimsenin aklına gelmemiş ve bu suretle sevgili Atatürk kendisini bekleyen mukadder akıbete doğru sürüklenip gitmiştir. (BA)
* Hasan Rıza Soyak'ın "Atatürk'ün Son Günleri" yazısının tamamı Toplumsal Tarih dergisinin Kasım 2004, 131. sayısında yer alıyor. Burada yayımlanan, yazının Tarih Vakfı sitesindeki kısaltılmış halidir.