Aslı Tohumcu’nun yeni kitabı Sevil de Sevme! bir distopya denemesi. Şubat ayında İletişim Yayınlar'ndan yayınlanan hikayeyi Seyhan Argun’un resimledi.
Tohumcu gerçek ve distopyanın ilişkisini irdelerken "Distopya dediğimiz de gerçeğin üzerine, etrafına hayal ederek kurduğumuz, ürettiğimiz bir türü değil mi edebiyatın" diye soruyor.
Yazar Aslı Tohumcu'yla bir aşk hikayesi ve bir politik hikaye olan Sevil de Sevme!’yi konuştuk.
Sevil de Sevme!’de bir distopyanın özelliklerini taşıyan, ancak onun da dışına çıkan, onu aşan birtakım çizgiler var sanki. Bunları nasıl tanımlardınız?
Beni dehşete ve hüzne boğan bazı kemikleşmiş dertlerimizi, Abis’ten başlayarak hep bir ayna tutar gibi dile getirdim. Bu açıdan baktığınızda yok bana sensiz hayat ve Ölü Reşat dışında hiç kırmadım bu çizgiyi. Dile getirdiğiniz bu “birtakım çizgiler”i tanımlamak benim için de zor, ama en azından kendi çizgimden seve seve sapmamı, artık derdimi ve hikâyelerimi farklı şekillerde, türlerde anlatma arzuma bağlayabiliriz. Yakın gelecekte rahatlıkla distopya olarak tanımlayabileceğiniz bir romanımı okunmanız için elimden geleni yaptığımı da söyleyebiliriz hatta. Bakalım...
Toplumsal cinsiyet üzerine temellenen bir anlatıyla karşılaşıyoruz. Ama çok ele avuca gelmeyen bir “iktidar” meselesi var ki bu hikâyeyi de besleyen bir boyut. Foucault okuyabilseydi, severdi bu metni diye düşünüyorum… Ne dersiniz?
Öncelikle çok hoş iltifat ettiğinizi söyleyeyim! Elbette Sevil de Sevme!, benim bilinçaltım ile iktidara dair düşüncelerim arasındaki ilişkinin, yarı bilinçli-yarı bilinçsiz bir yansıması. Kadın-erkek ilişkilerinin ve ahlâkın, nefsi müdafaa amacıyla ve bir nefsi müdafaa aracı olarak yeniden düzenlendiği, hatta erkek DNA’sının bile bu amaçla değiştirildiği bir rejim çıkıyor hikâyede karşımıza. Ancak erkek egemen geçmişin vahşi hatırası yüzünden, cinselliğini kiminle, ne sıklıkla ve nasıl yaşayacağı kurallarla belirlenerek kadının arzusu yine bastırılıyor. Arzu, toplumun güvenliğini ve geleceğini tehdit eden bir sapma olarak yine karşımıza çıkıyor. Yani iktidar el ve yer değiştirse de, özgürce sevişme hâlâ iktidarın korkuya kapılmasına neden oluyor. O yüzden bir kez daha kadın arzusuna sızar, onu ele geçirir. Yeni rejimde kadın, kadının kurdu olur. Erkek zaten kadının haz nesnesi olarak değişik modeller halinde üretilir ve kullanıma sunulur.
Hobbes geliyor aklıma siz “Kadın, kadının kurdudur,” dediğinizde. O da “İnsan, insanın kurdudur,” diyordu epey zaman evvel. Şunun için söylüyorum bunları, değişmez ve evrensel bir yasa var sanki. Aktörler değişse dahi, değişmeyen bir tahakküm mekanizması hep devrede gibi görünüyor. Siz buradan bir çıkış hayal edebiliyor musunuz? Bu mekanizmayı devre-dışı kılmak mümkün mü ve edebiyatta bunu gerçekleştirmenin olanakları üzerine ne söylerdiniz?
“Kadın kadının kurdudur,” cümlesini bu hikâye bağlamında söylediğimin altını çizeyim de ben önce. Yoksa kişisel olarak böyle düşünmüyorum. Tahakkümden ısrarla sakınacak ve her türden barışı tesis edecek ekonomik, ahlâki, kültürel ve psikolojik bir mekanizma geliştirmek mümkünse, çıkış neden olmasın. Yanıtı beni aşan bir soru bu. Ama elbette benim bu çıkışı hayal edebildiğim günler olmuştur, edemediğim günler olmuştur. Tahakküm mekanizmasını edebiyatta devre-dışı bırakmak konusuna gelince... “Edebiyatımızdaki kadınlar” türünden başlıklı panellerde bile beş konuşmacıdan dördünün erkek olduğu bir ortamda, sorunuz şaka gibi geliyor kulağa. Sizi eleştirmek için değil, ortama vurgu yapmak için söylüyorum bunu da. Ama bakın, işte edebiyattaki bu erkek tahakkümünü devre-dışı bırakabiliriz. İki yolu var bunun; o paneldeki tek kadın olmayı reddederek ve kendi panellerimizi yaparak, kendi dergilerimizi çıkararak, sesimizi daha çok ve daha farklı çıkararak yani. Bunu yapanlar yok değil. Tahakkümü edebiyatla devre-dışı bırakmayı kastettiyseniz, bazı kitapların okullarda ders kitabı olarak okutulmasıyla önyargıların kırılacağına inanan saf bir yanım var hâlâ. Metis’in Siyah Beyaz serisinden birkaç kitap sayabilirim hatta. Ama nerdeee!
Yazdıklarınızda şiddet ve onun başat imgeleri -örneğin “kan”- öne çıkıyor ve açıkça sergileniyor. Yani açık ve çarpıcı bir biçimde metne dahil oluyor. Mesela, hatırladığım kadarıyla Abis’te de böyleydi bu. Bu tercihinizin sebepleri üzerine, şiddeti görünür kılma maksadının dışında neler söyleyebilirsiniz?
Şiddete maruz kaldığım, tanıdığım/tanımadığım kız ve erkek kardeşlerim, sırf cinsiyetleri, cinsel yönelimleri, anadilleri, adil ve eşit şekilde yaşamak istedikleri için şiddete maruz kaldıkları için öne çıkıyor şiddet yazdıklarımda. Bu ülke, ne yazık ki “evlat”larına başka bir şey sunmadığı için. Yaşadıklarımıza ayna tutan dışında bir edebiyat yapmayı ayıp saydığım için. Tiksinti duyduğum, irrite olduğum ve tiksinti uyandırmak, irrite etmek istediğim için. Yine aynı şeyi söylemiş oldum belki, bilmiyorum... Cevap bunlar değilse, o zaman yazarken yaradılışımın depresif yanı ağır bastığı içindir.
İyi bir aşamaya geldik gibi… “Yaradılışın depresif yanı” lafını biraz açsanız? Bu yalnızca yazarken hissettiğiniz bir şey mi örneğin?
Ne yazık ki sadece yazarken hissettiğim bir şey değil, çok isterdim öyle olsun. Yaşarken de ancak mezarımda mutlu olacakmışım türünden bir hisse kapıldığım oluyor. Belki birçok insan için geçerli bir duygudur bu, sahiplenmeyeyim hemen. Neyse ki zamanında Samiye Öz bendeki anarşisti dürteledi de çocuklar için yazmaya başladım, yoksa ne ederdim bilmiyorum. Çünkü aksi takdirde hep hüzünlü, hep şiddet içeren hikâyeler yazarken, insan doğal olarak yazmanın bir lanet olmadığına inanmakta da güçlük çekiyor.
Yeniden kitaba dönersek, ED47 habis ruhlu bir erkek mi? Yoksa “yeni rejim”in “makbul” erkeği mi?
“Yeni rejim”in kendi içindeki sözde çürükleri ayıklamak amacıyla faydalandığı, bugün de örneklerine sıkça rastladığımız, rejim değişse yenisine göre konumlanacak fırsatçı, rejimin uzantısı ajanlardan ED47. Kim bilir, belki de her rejimin makbul, habis ruhlu erkeği. Tam bu noktada iktidar meselesine dönersek, ED47 rejim içinde kendi de ezilen bir unsur olarak, rejimin zayıf noktasını bularak kendini, kendi türünden daha üst bir konuma getirmeyi başarmış bir erkek.
Ki bence bu hikâyeyi güçlendiriyor, bunu söylemeliyim. Peki “Yeni rejim” ED47 gibiler olmadan varlığını sürdüremez miydi? Ya da sizce bu edebi anlamda mümkün olabilir miydi? Yoksa eğer bir iktidar/tahakküm yasası veya mekanizması varsa, ona mı aykırı olurdu? Aslında biraz gerçek(çilik) ve distopya ilişkisini deşmek gerekse, ne söyleyebilirdiniz…
Yeni rejim elbette kendini ED47 gibileri olmadan da sürdürürdü. Ama o zaman Sevil de Sevme! bir yanıyla hüzünlü bir aşk hikayesi olmaz, sadece politik bir hikaye olurdu. ED47, yeni rejimin makbul ya da habis erkeği, ajanı olmasaydı, o zaman sadece bir aşk hikâyesi olarak bu hikâyenin kaybedeni sadece Ella olmaz, ED47 de bir başka kaybeden olurdu. Belki o zaman daha çok hüzünlenirdik. Sadece bir aşk hikayesi olsaydı bu ve âşıklarımız ülkeden kaçmayı başarsalardı, belki kendi aralarındaki iktidar çatışmasının kurbanı olur, berbat ederlerdi bu aşkı. Çok farklı şekillerde yazmak mümkündü yani Sevil de Sevme!’yi. Ben neden böyle yazdım sorusunun yanıtı, distopya olmaya çalışan bu hikâyenin bugüne, yani bizim gerçeğimize bakan tarafında saklı belki. Zaten distopya dediğimiz de gerçeğin üzerine, etrafına hayal ederek kurduğumuz, ürettiğimiz bir türü değil mi edebiyatın?
Hikâyenizin resimlenmesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Seyhan Argun’un çizgileri hikâyeyi güçlendiriyor mu yoksa hikâyeye dahil olup onu kuruyor mu? Aslında resimli kitap ve çizgiler hakkında genel olarak ne düşünüyorsunuz diye sormak isterim…
İnsan anlatıcı olarak, kelimelere dökse de dökmese de, çok şeyi resmediyor kafasında yazarken. Anlatmaya yardımcı, önemli bir unsur çünkü bu bence; sadece hikâyeyi değil, hikâyenin anlatmadığınız kısımlarını da hayal ediyorsunuz masa başında. Her okuyucu yorumu da ayrı bir resim tabii. Ancak elbette ki resimli hikâye bambaşka bir şey. Okuyucu olarak keyif aldığım bir format, yazar olarak daha da fazla keyif aldım diyebilirim. Seyhan Argun’un hikâyeyi yer yer anlattığını, yani desteklediğini; yer yer de genişlettiğini, büyüttüğünü düşünüyorum. Seyhan Argun’a hikâyenin karanlığını koyultan siyahlar, ama özellikle kırmızılar için teşekkür ederim. Bir de kadın karakterimin Ella’nın yüzünü çok beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Acaba kendisi, resimleriyle anlattığı hikâyeyi kelimelere dökmekte ne derece iyi olduğumu düşünüyor, onu sormak lazım! (BT/HK)
Künye:
Sevil de Sevme,
Yazan: Aslı Tohumcu
Resimleyen: Seyhan Argun
İletişim, 40 s.