Görüp de bir daha aklınızdan geçirmeyeceğiniz şehirlerin yanında, her şart altında anı bırakan şehirlerdendir Diyarbakır.. Diyarbakır sizi anılı yapandır..
Diyarbakır
Şiir bile kıvranıyor yatağında aralıksız
Bu kentte
Konuşsak; söz yetmiyor
Sussak; fünyesi çekilmiş bir sağanak yüreğimiz
"Aklını peynir ekmekle mi yedin?"
Uzun bir aradan sonra gideceğiniz şehirler vardır; geçmişinizde uzun bir anısı olan, sizi kanatan, mağrur, yalnız ve giderek rengini, kokusunu değişmiş bulduğunuz... Beklediğiniz gibi bulamadığınız ya da sizleri eski sıcaklığıyla bağrına basmayan şehirler...
5000 yıllık geçmişini hala koynunda saklayan Diyarbakır'a, Diyarbakır surlarının taklid edilmiş kemerli kapılarından kente girdiğinizde; beni, her defasında heyecanlandıran duygunun ne olduğunu bilememek... Bana acı veren, hüzünlendiren şeyin ne olduğunu da biliyor olmak ama...
Birkaç yıl önce, akşam saatlerinde caddelerin, sokakların hızla boşaldığı, ürkütücü bir ıssızlığın her yandan yayıldığı o kentin merkezine kederli bir vakitte indiğinizde, cıvıl cıvıl bir akşam karşılıyor sizi...
Musa Anter'in henüz öldürüldüğü , gazetecilerin, aydınların, sıradan insanların her gün sokak ortasında enselerinden birer birer vurulduğu bir dönemde;1992 Eylül'ünün son günlerinde yerleşmiştim oraya.
Diyarbakır'a tayin isterken , birçok kişinin "Aklını peynir ekmekle mi yedin?" sözüne rağmen kararsızlığa düşecek bir sendeleme yaşamadım.
"Bugün de ölmedim anne!"
Diyarbakır ve bölgenin birçok iline, ilçesine;Hizbul-Kontra'nın kara bulutlarının çöktüğü o cehennem mevsiminde, her günü, her saati yüreğimiz ağzımızda yaşadık. EĞİTİM-SEN Diyarbakır Şubesi'nin panosunda yer alan fotoğrafların arasında sizinki. Benim ki de olabilirdi.
Her günün akşamında "Bugün de ölmedim anne" dedirten buruk sevinç-hüzün-acı karışımı bir duygu fırtınasıyla geceyi geçirip sabahleyin işinize yollandıktan birkaç saat sonra; bir gün önce birlikte çay içip sohbet ettiğiniz arkadaşınızın okulun kapısında vurulduğu haberini aldığınızda neler düşünür, neler hissedersiniz tahmin edebilir misiniz?
"Bilebilir misiniz?"
Benzerini sizin de yaşayabileceği ihtimali çok yüksek olduğu, buna rağmen hastanede ölüm-kalım savaşı veren birine kan vermek için sıraya girmek, onu ziyaret etmek nasıl bir kuşatma; bilebilir misiniz?
"Düşündünüz mü hiç?"
Sonra gittiğiniz her taziyede anlamsız, boş gözlerle boşluğa bakar gibi gelenlere bakan bir babaya teselli veren birinin "Bunlar son çırpınışları" yorumunu dinlediğinizde, nasıl ağır bir anlam çöker yüreğinize. Omuzlarınız nasıl ağırlaşır. Kendinizi nasıl çaresiz hissedersiniz, düşündünüz mü hiç?
Temsilcileri, muhabirleri, dağıtıcıları, satıcıları peşpeşe öldürülen, sakat kalan o muhalif gazeteyi biberon emer gibi okuyup yazılmayanları bilmek , haber almak, ölen-öldürülenleri o sayede öğrenebilmek...
Tanrım, ne korkunç günlerdi!
Durakta beklerken, dolmuştan inerken, yolda yürürken, bir büfeden sigara alırken, sendika veya bir dernekten çıkarken her an öldürülebileceğiniz korkusuyla yaşamak, nefes almak, hayata, geleceğe dair düşler kurmak, düşlerin anlamsızlığını farketmek, büyük acılar yaşayan insanların yanıbaşınızda her gün pıtrak gibi çoğalmasına tanıklık etmek... Tanrım, ne korkunç günlerdi!..
Sonra..
Sonra, sonra o kara bulutların yavaş yavaş dağıldığı, pırıl pırıl bir güneşin masmavi gökyüzünden gülümsediği günlere, karanlık gecelerin ürküntüsünden Newroz ateşlerinin yalımlarına, acılarını ve ağıtlarını erteleyip gözyaşlarını saklayan kadınların her mitingde en ön saflarda yer almalarına, korku ve endişeyle yapılan toplantı, etkinlik ve söyleşilerden izdiham yaşanılan sempozyum, panel ve festivallere...
Diyarbakır... "Aşkım, şarkım"... Yaralı yanım...
"Bir kenti sevmek; bir insanı sevmek gibidir" demiş ya Fellini.
Birçok şeyin ilkini ve hepsinin en yoğununu yaşadığınız bir kent ne ifade eder size?.. Hangi anlamı taşır?.. Neyi çağrıştırır?..
"Mın navê xwe kola lı bırcın Diyarbekir (Ben adımı kazıdım Diyarbekir surlarına)" diyen Ciwan Haco 'nun sesi mi? Yoksa ikibin yıllık surların göğsünde acılarını nakışlamış beşbin yıllık bir kentin tarihi midir sizi çarpan?
Surlarda ateşle halaya duran Zekiye 'nin (Alkan) isyanı mı, yoksa Vedat 'ın (Aydın) cenazesine katılanlara surlardan yaylım ateşi açanların vahşeti midir sizi öfkelendiren?
"Torunlarım beni çağırır da gitmez miyim?" diyen Musa Anter'in sevgisi midir, yoksa kendisini davet edenlerin "Hala içimizde bir vicdan azabı yaşayarak anıyoruz. Çağırmakla acaba ölümüne biz mi sebep olduk diye" kahır çektiği azap duygusu mudur?
Mehmed Uzun , "Bir Mazlum Kenti Duymak" adlı uzun denemesinde de, Diyarbakır'da katıldığı bir söyleşide de; tek sözcükle tarif etmesi istendiğinde de "direniş ruhu" demişti.
Murathan Mungan ise "ağrı" diye tanımlamıştı oradaki bir şöyleşisinde.
(Son gidişimde ise;o "ruh"un, yerini umutsuzluğa büyüyen bir umuda bıraktığının ipuçlarını sezdim.)
Derinlikle kenti tanımak
Belki de Münevver 'in ve Kemal 'in yazdıklarında da, başka yazılarda da anlamadığı, hissetmediği şey buydu. Direniş ruhu ve ağrı. Siz buna sabır ve umudu da ekleyin. Belki de umutsuzluğu.
Bir insanın ruhunun derinliğine inemediğinizde; nasıl o insanı anlayamaz, hissedemez ve sevemezseniz, bir kentin de ruhunun derinliklerine inemediğinizde; o kenti tanıyamaz, aşık olamaz, sevemezsiniz.
O yüzden Diyarbakır; yalnızca "Çekirdek çitleyenlerin tozlu caddeleri kirlettiği, kalabalıkların anlamsız adımlayışlarından" ibaret değil bütün görüntü.
Diyarbakır... "Aşkım, aarkım"... Yaralı yanım...
Sustuğun akşamlarını, kirletilen sabahlarını, öğlen sıcağı cinnetini bilmezler senin. Acılarına, yaralarına merhem ve merhamet beklediğin dar zamanlarını bilmezler. Onca ölümle kuşatıldığın günlerde; gökyüzüne savurduğun çığlıklarını bilmezler senin Diyarbakır.
O günlerden bu güne ağıtların, stranların, şarkıların, ıslak gözlerin, umutların ama daha çok umutsuzluğun, kızların, oğulların, dostların belki de şairlerin çoğaldı. Bilmiyorum...
Ben, yalnızca senden haber uçuracak seslere kilitlendim.
Bir kenti sevmek ve bir kenti yaratan...
Bir kenti sevmek, onda kendini aramak, kendini bulmak; bütün caddelerine taşmış politik rüzgarı mıdır, yoksa dar sokaklarında yaşayan geçmişin ayak izleri midir? Sokaklarında hala kanlarının izleri duran mazlum ve mağdurlar mıdır, Yoksa tarihe geçmiş aydınları, yazarları, şairleri, sanatçıları mıdır bir kenti yeniden yaratan?
Galeria mı Surlar mı?
Son yıllarda açılan disco, galleria, spor salonu gibi yerleri haber yaparken "Diyarbakır'a medeniyet geldi" başlığı atan gazetecilerin "Medeniyeti" spor salonu-disco-galleria ile özdeşleştirme cehaletlerini bağışlarsak...
Harcına keçi kılı, yumurta akı ve mısır püskülü kattıkları 5 kilometre uzunluğundaki surların üzerinde Hurri-Mittanilerden Osmanlılara kadar onlarca uygarlığın izlerini yaşatan açık hava müzesi görünümündeki kitabeleri ve kabartmaları mıdır sizi bir kente hayran bırakan?
Yoksa cezaevlerinde devletin "güvencesindeki" oğullarının kafalarının parçalanarak kendilerine teslim edilmiş anaların , acılarını ve ağıtlarını içine gömerek her şeye karşın beyaz gömleklerini giyip şehir şehir , kurum kurum dolaşarak "Barış Anneleri" olmaları mıdır?
"Ankara'da çekilmiş bir diş gibi durduğunu" o yüzden "uçmak için Diyarbakır'ı seçmiş bir kuşu bile önemsiyorum" diyen şair mi o kente ağlıyordu, yoksa o kent mi ihanet etmişti şaire? Bilmiyorum...
Bir uçtan bir uca
Bildiğim şu. Sevgisi kadar nefreti, sevinci kadar kederi, hüznü kadar coşkusu, vefası kadar ihaneti, sabrı kadar hırçınlığı, dostluğu kadar düşmanlığı, direnişi kadar teslimiyeti de hep büyük olan o asil şehrin, sizin yüreğinizde bir anıyı ve acıyı daim kılacak güce sahip olduğudur. Yeter ki kapılarınızı, pencerelerinizi o kente kapalı tutmayın.
Diyarbakır... "Aşkım, şarkım. Yaralı yanım...
Biliyorum, sendeki "Bunca hawar hiç reyting yapmıyor" buralarda....
(HE/YÖ/NU)