Aşk... Ne tuhaf bir duygu. Nerede, ne zaman, kiminle, ne yaptığını hiç umursamıyor. Geldi mi, gitmek bilmiyor. Derler ya, kapıdan kovsan bacadan giriyor. Sana da bu davetsiz misafiri buyur etmekten başka çare bırakmıyor.
Aşkın gözü körmüş ya, aşık olduğun zaman dünya sana vız geliyor tırıs gidiyor. Bütün mevsimler bahar, iki gözün birbiriyle yaşadığı kesişim ise bir ömre bedel oluyor. Biricik hissediyorsun kendini, hayatının renkleri değişiyor. Onu görmeden duramayacağını sanıyor, onunla konuşurken hiç sabah olmasın istiyorsun. Dünyan tersine bile dönse, onun şaşkın yüzü aklına geliverince yüzünde güller açıyor. Evet diyorsun, evet ben hep bunu bekledim, böyle bir şeyi. Sırf onunla daha uzun seneler geçirebilmek için, sigarayı bırakmaya karar veriyorsun. Onun gülüşünde ömrüne ömür katıyorsun.
Derken... Günler, aylar, belki de yıllar geçiyor. O ışıltılı paketin içindeki defolar gözüne çarpmaya başlıyor, bir süre sonraysa durum kör göze parmak halini alıyor. Onu ilk gördüğünde, ya da cicim aylarında, olsa olsa miyop olduğuna kanaat getiriyorsun. Hani, cümle aleme, "işte bu" diye haykırdığın günler geçiyor aklından, kendine kızıyorsun. İçten içe bunun kötü bir rüya olmasını diliyor ve uyandığında her şeyin eskisi gibi olmasını diliyorsun. Olmuyor. Neler oluyor bize soruları ve beraberinde gelen huzursuzluk, o mutlu günleri gölgeliyor. Onun sevdiğin yanlarını hatırlamaya, diğerleriniyse unutmaya gayret ediyorsun. Olmuyor.
Ve aşkının acısı içine oturuyor. İlişkinin içinde, sevdiğinin yanında, hayal kırıklıklarının yoldaşlığında yas tutmaya başlıyorsun. İçin acırken, gülümsemek istiyorsun ona, ama biten aşk izin vermiyor sana.
Aşk hiç biter mi? Bu kahrolasıca zihnimiz bir koleksiyoncu titizliği ile aşk dolu anları biriktirirken; aşk gitse bile anılarımızda kalanlara ne oluyor? Bana her şey seni hatırlatıyor dizelerinden daha doğrusu var mı? Kahve fincanı, tıraş takımı, gittiğimiz restoran, sinema, yürüdüğümüz yollar, izlediğimiz programlar, oynadığımız oyunlar, okuduğumuz kitaplar, gönderilen mesajlar, ortak arkadaşlar... Aşk gitti mi demiştik; gittiyse de izi kaldı.
Sen ısrarla unutmak isterken onu, önce geçmiş ilişkinin ritüelleri günde kırk defa kafana kakıyor o adı lazım olmayanı. Hiçbir şey yapmasan bile kendi hayatın yetiyor onu her yerde görmene. Yaşamına mutlulukla kabul ettiğin o insan, şimdi pasiflora şişesine sarılmanın nedeni oluyor.
Eternal Sunshine of Spotless Mind (Sil Baştan)'ı izlediğimde, teknolojinin bu kadar hızla ilerlediği şu dünyada hafıza silme aparatının icat edilecekler listesinde önlere çekilmesini diledim. Filmin konusu kısaca şöyle: Sevgilisinden ayrılan ve derin bir aşk acısı yaşayan genç adam, eski kız arkadaşının kendisini bir kurum aracılığı ile hafızasından sildirdiğini öğrenir ve bunun üzerine kendisi de aynı işlemi yaptırmaya karar verir. İşlemin yapılması için kıza dair ne kadar eşya varsa onları götürmesi gereklidir; böylece yetkili kişiler bu eşyalar vasıtasıyla oğlanın beyninde sevilenin haritasını çıkarırlar.
Ertesi akşam kıza dair tüm eşyalar bir çöp tenekesinde yok edilmeyi beklerken, görevliler onun zihninden harita rehberliğinde kızı silmektedir. Gerçi bizim oğlan, beklenmedik bir şekilde, kızı bırakmak istemez ve sistemde boşluk yaratmayı başarır. Ama daha önce kendisi de aynı yöntemden yararlanmış olan proje sahibi duruma el koyar ve kızı tamamen silmeyi başarır. Oğlan sabah uyandığında öyle birini hatırlamamaktadır.
Buraya kadar her şey çok güzel. Yani bir zamanlar sana, kendini dünyanın en özel insanı hissettirmiş birini hayatından silip atmak, beyninden spatulayla kazımak ne kadar güzel olabilirse, o kadar. En güzel ve en kötü anlarımızı aynı kişiye borçlu olmak zalimce bir durum değil mi sizce de? Yani aptal ve mutluyken, gün gelip aynı insan yüzünden salya sümük sürüneceğimizi neden aklımıza getirmiyoruz sanki? Gerçi getirsek ne olacak, dedik ya "aşkın gözü kör", olsa olsa "yoook, gerçekten bu bambaşka" diyeceğiz kendimize.
İzlememiş olanlar yansın, filmin sonunu söyleyeceğim. Adam ve kadın, yani birbirleriyle yaşadıkları aşk mağlubiyeti yüzünden hafızalarını sildiren bu arkadaşlar, tekrar karşılaşıyorlar. Ve tanışıyorlar yeniden. Ve elbet, aşık oluyorlar birbirlerine. Buyur buradan yak! Sen onca acı çek, kalbine inme gelsin, sonra o kadından kurtulmak için tanımadığın etmediğin adamlara hafızanı sildir, ertesi gün de ilk yaptığın iş gidip aynı kadına tekrar aşık olmak olsun. Galiba insan işte böyle iflah olmaz, dayak canlısı bir varlık.
Velhasıl aşkın acısı ne migrene benzer ne ülsere, bir yanda midende açılan boşluk, bir yanda kalp ağrısı. Yapıştı mı yakana uzun bir süre bırakmaz peşini, öldürmese de süründürür. Ruhunu ipotek ettirdiğin acı dolu günlerde zaman bir yandan lehine bir yandan aleyhine çalışır durur. Ne yapmak lazım derseniz de, yas tutmak diyebilirim sadece, yani bol bol ağlamak, bağırmak, çağırmak, durulmak, sonra tekrar öfke ve üzüntü nöbetlerine girmek. Gözyaşı pınarlarınız kuruduğunda da metanetle, ne atabileceğimiz ne de satabileceğimiz anılarımızla barışmak. İşe yarar mı... Şu an kanayan bir kalbi iyi etmeye hiçbir şeyin gücü yetmezmiş gibi geliyor, ama kim bilir...
Ah, ah sevgili okuyucular, imkanım olsa da aşkın kanunu yazsam yeniden...(EK/EÜ)