Van'dan Hakkari'ye doğru gidiyorum. Kahverengi bir dünyadayım sanki. Önümde uzanan yol, aştığım dağlar, tepeler boşaltılmış köyler hep kahverengi. Sanki gitmiyorum da, önümde kahverengi filtre ile çekilmiş fotoğraflara bakıyorum, her karesi insansız fotoğraflar.
Şehirler arası bir yol değil sanki burası, diye düşünürken birden uzakta hareket eden bir karaltı gördüm. Yanında durup, Hakkari'ye gittiğimi o tarafa gidiyorsa gelebileceğini söyledim. Kürtçe dualar ederek bindi.
O binerken, yola çıkarken arkadaşlarımın tembihleri geldi aklıma; arabama kimseyi almamam konusunda...
Kilometrelerdir tek bir araç sollamamışken beni; ben tek bir aracı sollamamışken, görünürde hiç bir yerleşim yeri yokken, yolda yürüyen birinin yanından onu almadan nasıl geçer ki bir insan?
Başındaki poşisiyle terini silerken hala dua ediyordu; sonra teşekkür etti uzun uzun; Kürtçe-Türkçe karışık. Uzun zamandır yürüdüğü belliydi, yorgunluktan zor konuşuyordu. İlerdeki bir köyde hasta akrabasını ziyarete gittiğini söyledi.
Sabah çıkmış evden, öğlen olmuştu neredeyse ve o: "Pek uzak sayılmaz!" diyordu. Şikayet ediyor gibi görünmemek için mi öyle diyor diye düşünmeden edemedim.
"Uzak" kavramı ne kadar farklıydı ikimiz için.
Doğuya giderken
Batıdan doğuya gittikçe, neredeyse her kavramın farklı şeyler ifade ettiğini fark ediyordum her gün.
Nereden ve neden geldiğimi sordu, "Görmek için" dedim. "Ne göreceksin ki?" dedi, "yoksulluktan, çaresizlikten başka". Sustu bir süre; sonra gazeteci olup olmadığımı sordu. "Sayılır" dedim. "Geziyorum, tozuyorum, bazen de yazıyorum".
İstanbul'da bu dediklerimi duyan herkes gülerdi, gülmedi. Devam etti konuşmasına:
"Dilimizi bile konuşamıyoruz. Devlet yanlış yapıyor bize. Anadilimizi duymak için antenlere dünyanın parasını veriyoruz. Yaz bunları, yaz da bilsin herkes. Kimse bilmiyor burada olanları". Biraz durakladıktan sonra, "yazsan da okumazlar ya, televizyon lazım. Televizyon başka tabii. Bizim de televizyonumuz olsa başka olurdu buralar."
Televizyon ve barış
Seçimlerde kime oy verdiğini sordum, HADEP diyeceğinden adım gibi emindim ama sordum işte. (O zamanlar HADEP kapatılmamıştı henüz.)
"MHP" dedi.
Bu kez şaşırma sırası bendeydi. Bir süre ne diyeceğimi bilemedim.
İstanbul'dan yola çıkarken önyargılarımı bırakmaya karar vermiştim. Bırakmaya karar vermekle önyargılardan kurtulamayacağımı bir kez daha anladım o anda.
Kendi kendime onun MHP'li olduğunu bilseydim arabaya alıp almayacağımı sordum. Belki alırdım ama dağ başında bir insanı arabaya almama ihtimalimi düşünmem bile kendimi kötü hissetmeme yetti.
"Hepsi 'barış' dedi"
O indikten sonra Hakkari'ye kadar ve Hakkari'den sonra köylü, esnaf, öğrenci, memur, genç, yaşlı pek çok kişi bindi arabama.
Issız yollarda yürüyen kimi görsem aldım; arabaya binenlerle hemen hemen hep aynı şeyleri konuştuk. İstisnasız hepsi, "barış" dedi. "Televizyon" dedi. Bu iki kelime içiçe geçti kafamda. "Telebarış" oldu. "Barışvizyon" oldu.
Buralara barışı televizyon getirecek gibi geldi.
Hepsine hangi partiden olduklarını sordum; hemen hemen her partiden birileri vardı.
Ben her defasında şaşırdım.
Bu partiler oralarda başka şey buralarda başka şey mi söylüyor, yoksa hangi partiden olursa olsun orada yaşayanlar aynı şeyi mi istiyor anlayamıyordum ilk günlerde.
Çoğu arabadan inerken davet etti beni evine, köyüne. Davetlerin çoğunu kabul ettim. Gittiğim evlerde kadınlarla ve çocuklarla benim az Kürtçe'm, onların az Türkçe'siyle ya da tercümanlar aracılığıyla konuştuk. "Aşiti" dediler, "Televizyon" dediler. "Teleaşiti" oldu. "Aşitivizyon" oldu.
Kadınların ve çocukların çoğu Türkçe bilmiyor diye televizyonu onlar daha çok istiyor sanıyordum. Çok utandım böyle sandığım için. Anadilinde haber, türkü dinlemenin, film izlemenin önemini bu kadar geç anlamama utanarak şaştım. Şaşkınlığımdan utandım.
Çanak antenlere baka baka İstanbul'a dönerken, zengin Türklerin başka dillerde televizyonları izlemek için kullandığı çanak antenlerin, zengin-yoksul Kürtlerin anadillerini izlemeye yaradığını düşündüm.
Kavramlar gibi eşyaların işlevi de farklıydı bu topraklarda...(NG/EÜ)