Faşizm üzerine yürüttüğü saha araştırmalarıyla tanınan siyaset sosyoloğu Michael Mann'ın, iki dünya savaşı arasında yükselen faşist hareketin dayandığı temel ideo-politikanın, dışlayıcı organik milliyetçiliğin otoriteryen devletçilikle bütünleşmesiyle şekillenen "radikalleşmiş bir aşırı ulus-devletçilik" olduğu tespiti dikkate alındığında; günümüzde çeşitli Avrupa devletlerinde yaşanan gelişmelerle Türkiye'deki gelişmeler arasında paralellik kurmanın mümkün olduğu görülecektir.
İki kutuplu dünyanın dağılmasından bu yana revaçta olan, "serbest piyasa rejimi kuralları dahilinde küreselleşme" ideo-politik yaklaşımının karşısında, artık oldukça güçlü bir alternatifin oluştuğu açık.
Militarist emperyalizm, radikal ulus-devletçilik...
11 Eylül saldırısının ertesinde ABD'nin önce Afganistan'ı sonrasında ise Irak'ı işgaliyle kendisini somut gerçeklikte ifşa eden bu yeni alternatif, pazarların emperyal paylaşımının militarist yöntemlerin belirleyiciliği altında gerçekleştirilmesini öngörüyor.
Bu iki strateji arasındaki mücadelede ibrenin gittikçe, pazarların militarist yöntemlerle paylaşımını ve bunun iç siyasetteki karşılığı olan radikalleşmiş aşırı ulus-devletçiliği savunan ideo-politikaya doğru kaydığı görülüyor. Süreç fazlasıyla 1930'ların kapitalist dünyasını andırıyor... Faşistleşme sürecinin giderek hız kazandığı hissediliyor.
Sahne cumhuriyet mitingleri...
Cumhuriyet mitinglerinde organik milliyetçiliğin ve otoriteryen devletçiliğin, tek kelimeyle aşırı ulus-devletçiliğin örüntülerinin belirgin bir biçimde açığa çıktığı aşikardır. Bunu Tayyip Erdoğan'ın Kürt sorununun çözümü bahsinde Türkiyelilik üst kimliğine gönderme yaptığı konuşmasına miting ahalisinin gösterdiği tepkiye bakarak dahi söyleyebilmek mümkün.
Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) bağımsız adaylarla seçimlere katılmasının engellenmesi -en azından şimdilik zorlaştırılması- konusunda Adalet ve Kalkınma Partisi de (AKP) dahil Meclis'teki tüm partilerin birleşmiş olması genel toplumsal psikolojinin siyasi partiler nezdindeki bir yansıması olarak okunmalı.
Türkiye'nin hali pür meali böyleyken, 23. Dönem Türkiye Millet Meclisi milletvekillerinin arasında genel gidişata aykırı sözler söyleyecek kadın ve erkeklerin yer almasının ne denli önemli olduğu açık.
Bir demokrat vekil bile çok değerli
Meclis'te barışı, birarada yaşamı ve demokrasiyi savunacak bir avuç vekilin bile yer almasının, görüşlerini Meclis kürsüsünden Türkiye toplumuna iletmesinin, Poulantzas'ın terimine atıfla, "geri dönüşsüz nokta"sına henüz ilerlememiş faşistleşme sürecine çomak sokacağı açıktır.
22 Temmuz seçimleri; ideal bir siyasal programın hükümet olacağı bir süreç olarak değil, bütün toplumsal dönüşüm özlemlerini en azından bir süreliğine ortadan kaldırma potansiyelini taşıyan faşistleşme sürecine direnç oluşturacak bir imkan olarak kavranmalıdır.
İdeal olmasa da çok değerli
Bu nedenle, en iyi adaylar olup olmadıklarına bakmaksızın; hem solcu, demokrat bağımsız adayları hem de Demokratik Toplum Partisi'nin destekleyeceği bağımsız adayları Meclis'e göndermek üzere güçbirliği yapmak hiçbir zaman olmadığı kadar büyük önem taşıyor. Ağaçlara bakmaktan ormanı görememek yanılgısından uzaklaşmanın tam zamanıdır. Yoksa çok geç olacak... (CÖ/NZ)
*Can Özatalay, Galatasaray Üniversitesi