İçkisiz olan bu müzikholler (Güney Park, Beyaz Saray, Luna Park vs) aile gazinosuydu. Ben de mahalleden komşularla ve anneannemle hemen her hafta giderdim, özellikle Güney Park'a.
Güney Park'ın programı her zaman çok zengindi. Önce fasılla başlar, seyircilerin yarısından fazlası fasıldan hoşlanmadığı için bu programın bitmesini bekler ve gazinoya öyle gelirdi.
Fasıla bayıldığım için anneannem ve dostlarımız bu tutkumu hoşgörüyle karşılarlar ve fasılı pek sevmedikleri halde benim hatırıma programa katlanırlardı.
Bense "Pencere Açıldı Bilal Oğlan Piştov Patladı", "Düriyemin Güğümleri Kalaylı" diye şakıyarak ve gerdan kırarak çığıran hanendeleri izlemeyi çok severdim.
Kimler çıkmadı Güney Park sahnesine, "Matilda, Haydi Amca, Haydi Balkon" diyerek dinleyicileri coşturan Metin Ersoy'u mu istersiniz? Yeşşe deyişiyle zaten Türk argo literatürüne çoktan geçmiş olan Öztürk Serengil'i mi?
Sahneye "Turist Ömer derler benim adıma, bakmayanlar pişman olur tadıma, amaniiin" namesi eşliğinde çıkan Sadri Alışık'ı mı istersiniz? Bal Arıları'nı mı? Anlayacağınız Güney Park -ve elbette diğer müzikholler de- her hafta tadına doyum olmaz show'lar sunarlardı Ankara'nın orta sınıf ailelerine.
Assolistler radyodan
Bu gazinolar assolist ihtiyacını ise genellikle Ankara Radyosu'nun kadrolu icracılarıyla karşılarlardı. Kimi zaman alameti farikası "Makber" olan ve seyircilerinin çoğunun da -ben de dahil- icrasına gözyaşlarıyla katıldığı şarkıyı terennüm edişi hâlâ kulağımda olan Hamiyet Yüceses ve Müzeyyen Senar gibi Türk Musikisi'nin duayenleri de İstanbul'dan program kadrosuna dahil olurlardı.
Ama assolist kadrosu Güneri Tecer, Kutlu Payaslı, Ziya Taşkent gibi Ankara Radyosu'nun kaliteli icracıları tarafından dolduruluyordu. Bu icracılar şarkıları umumiyetle Ankara Radyosu'nun kalıplarıyla okumuyorlardı, seyircinin hoşuna gidecek şekilde, şarkıların içine bol gazel katarak icra ediyorlardı.
Rahmetli Ziya Taşkent'in o gümbür gümbür güçlü sesiyle okuduğu "Sabret gönül bu hasret biter, çekilen acılar canım gün olur geçer" şarkısını ve kendisini unutmama imkan yok. Elbette Yalova'daki o çürük yazlıkların müteahhitlerini ve depremi de öyle.
Ailelerin hep birlikte güle oynaya gittikleri, eğlendikleri bu müzikholler 1970 dolayında kapanmaya başladı. Bu tarihlerde birlikte eğlenme, eğlenceyi paylaşma kültürü, yerini televizyonun yalnızlaştırıcı kültürüne bırakır oldu. Aile fertleri toplu eğlenceyi -müzikholler gibi, sinemayı ve tiyatroyu da- bırakıp televizyon ekranının karşısına dizim dizim dizilmeyi tercih eder oldu.
Önce bu içkisiz müzikhollerin yerine Kulüp Alpay, Kulüp Feyman gibi birkaç içkili gazino açıldı, ama bunların müşteri profili de, programları da içkisiz müzikhollerinki gibi değildi. Aileler sokaktan ve toplu eğlence yerlerinden tamamen uzaklaşmaya başlamıştı. Televizyon sen nelere kadirmişsin demekten başka çaremiz var mı?
Lafı epey uzattım, esasında şimdi Paris'te taksi şoförlüğü yapan ve ne yazıktır ki gırtlak kanseri olmuş Juanito'dan ve onun lanse ettiği "Arkadaşımın Aşkısın" şarkısından kısaca söz edip geçecektim.
Yeniyetme erkeklerin travması
Benim bu yazıda sözünü edeceğim arkadaş aşkı, yeniyetme erkeklerin gerçek travması olan bir arkadaş aşkı. Yeniyetme erkeklerin yaşadığı en büyük travma, onca yıldır pek çok şeyi paylaşmış, hatta kan kardeşi olacak kadar yakınlaşmış en yakın erkek arkadaşının günün birinde çıkıp 'bir sevgili buldum' demesinden kaynaklanır.
Artık eski samimiyet gider, yakın arkadaş uzaklaşır. Her şeyin sebebi, ilmi araştırma yöntemlerindeki bir terimle, yakın arkadaşın "müdahil değişken" aşkıdır. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çocuklar da böyle böyle büyümeye başlamışlardır. Her büyüme gibi çocukların büyümesi de acılı ve sancılıdır.
Şimdi bu travmatik arkadaş aşkı sendromundan hareketle iletişim faaliyetinin en önemli kurallarından birine değinmek istiyorum: Sınır kuralı.
Bu esasında basit bir kural, adı üzerinde dediklerinden. Ancak uygulamada o kadar basit değil. Olmayacak bir ortamda olmayacak birine, olmayacak bir laf ettiğiniz için hayatta kaç kere mahçup olduğunuzu bir anımsayın. Herkese her aklınıza geleni söyleyemezsiniz.
Bazen, hatta çoğu zaman sözü ağzınızdan çıkarmadan önce tartmanız, ölçmeniz, biçmeniz ve bir özsansür uygulamanız gerekebilir. Ve bu mahcubiyetlerin toplamı bizleri iletişimin sınır kuralları konusunda terbiye eder. Bu terbiye neticesinde hangi ortamda, kimlere neler söylenebilir öğreniriz.
Ama yine de kritik bazı durumlar vardır ve bu durumlarla ilgili iletişim araştırmacıları özellikle betimleyici çözümlemeler, alan çalışmaları yapıyorlar. Bu çözümlemelere ve araştırma sorularına bir iki örnek vererek yazıyı tamamlayacağım.
Kadın-kadın, kadın-erkek
İletişimcileri sınır sorunları konusunda en çok zorlayan ve sıkıntıya sokan durumlar mahrem ilişkilerde yaşanıyor. Yakın arkadaşınızın sevgilisiyle ilgili, öğrendiği takdirde arkadaşınızı da yaralayacak çok önemli bir malumat edindiniz. Diyelim arkadaşınızın sevgilisi onu en yakın arkadaşıyla aldatıyor. (İşte yine geldik arkadaşımın aşkısın mevzuuna). Ne yapacaksınız, bu mahrem ilişkiye müdahale edecek misiniz? Yoksa oluruna mı bırakacaksınız?
Araştırmalar kadınların bu konularda daha girişken olduklarını, arkadaşlarını da kollamaya çalıştıklarını, ama fırsatını bulduklarında bu mahrem malumatı çıtlattıklarını ortaya koyuyor. Zaten kadınlar bu tür ilişkilerde sınır koşullarını kendi samimiyet derecelerine göre ayarlarlar.
Ama farklı cinsiyetler arası arkadaşlıkların, mesela kadın-erkek arkadaşlar arası ilişkilerin bizatihi kendileri bir sınır kuralı olarak kadınların davranışlarını sınırlıyor ve kadınlar erkek arkadaşın sevgilisiyle ilgili mahrem malumatı açıklama konusunda çok ketum davranıyorlar. Özetle iletişimde sınır kuralları gerçekten araştırmaya değer bir mesele ve bu meseleyle ilgili daha pek çok soru araştırılmayı bekliyor.
Mesela gey ve lezbiyenlerin bu konudaki davranışları henüz hiç araştırılmamış durumda, ama maalesef davranışçı iletişim araştırmacıları tutucu duruşlarını bir türlü bırakamıyorlar. Bu tutucu duruşlar yumuşadığında iletişim alanı da kendini dönüştürecek, ama bu dönüşüme daha vakit var ne yazık ki.
* EROL MUTLU: Prof. Dr., İletişimci
* Erol Mutlu'nun bu yazısı 2 Ocak 2005'te Radikal İki'de yayımlanmıştı.