Gün içinde sık sık duymaya artık alıştığımız bu sözler, bu kez bir serginin bölüm başlıkları olarak çıkıyor karşımıza. Ve bu şekliyle çok başka şeyler anlatıyorlar bizlere.
Eylül'ün 17'sine kadar Osmanlı Bankası Müzesi' nde devam edecek olan "Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor" adlı sergiden söz ediyorum. Daha önce gerçekleştirdikleri "Hikayemi Dinler Misin?" adlı sergi dolayısıyla da tanıdığımız Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden Meltem Ahıska ve Zafer Yenal'ın elinden, fikrinden çıkma bir proje bu sergi.
Tabi aynı zamanda güzel bir ekip işi. 1980-2005 gibi yakın bir sürece odaklanıyor. Bu yıllar içinde hayatlarımızın tam da içinde olan, hayatlarımızı şekillendiren bir çok tartışmanın, söylemin, hatta ideolojinin izini görünür kılıyor, hem de yine en basit, en hayatın içinden arşivlerle...
Unutulmuş bir televizyon programı, gündeme bomba gibi düşmüş ama medyada ancak bir hafta hükmü sürmüş "flaş" bir haber, popüler yeni bir ürün ya da yeni bir moda... Bir sonraki standta Kenan Evren'in unutmadığımız ama hafızamızın derinlerine gömmek istediğimiz sesi çalınıyor kulaklarımıza... Hikaye tamamlanıyor...
İki sosyoloğun rehberliğinde "Türkiye'deki Hayat tarzı Temsilleri" ne ve yaşamlarımıza bir daha bakmaya davet ediyor bizi bu sergi. Bu sefer alıcı gözüyle üstelik...
Ahıska ve Yenal ile sergi üzerine, dolayısıyla 80 sonrası ve bugün üzerine, iç açmayan gidişatımız üzerine iç açıcı bir sohbet yaptık...
Nasıl çıktı bu sergi fikri?
Meltem Ahıska : Osmanlı Bankası Müzesi'nden bize hayat tarzları üzerine bir sergi yapma fikriyle geldiler. Bu fikrin çıkış noktası da Rıfat Bali'nin "Tarz-ı Hayattan Life Style'a" adlı kitabı olmuş.
Daha sonraki, fikrin olgunlaşması, serginin şekillenmesi süreci nasıl gelişti peki?
M.A: İlk üç ay fikrin nasıl ele alınabileceği üzerine çalıştık. Gazetelere, dergilere bakalım dedik, çünkü o sırada kafamızdaki kavramsal çerçevede meseleyi popüler kültürün kendi içinden bir takım ikonlarla göstermek gibi bir fikir vardı.
Bunlar işte reklam sloganları, şarkı sözleri, gündelik hayata yerleşmiş deyimler, her şey olabilir diye düşünüyorduk. Sonuçta epey deneme yanılmayla şu anki halini ortaya çıkarttık. Geldiğimiz noktada bunlara artık hayat tarzları değil "hayat tarzları temsilleri" demeye karar verdik.
Zafer Yenal : Bize bu fikrin cazip gelmesinin en önemli nedenlerinden bir tanesi "hayat tarzı" kavramı. Özellikle son 20-25 senedir Türkiye'de bu, çok sık duyulan bir kavram haline geldi. Bizim buradaki temel amacımız bu kavramı sorunsallaştırmaktı. Kullanıldığı haliyle çok "verili" bir kategori olarak ele alınıyor. Doğulu hayat tarzı, batılı hayat tarzı, geleneksel, modern, çağdaş olan-olmayan, batılı olan-olmayan... Bunlar sanki sabit anlamları var olan kategorilermiş gibi kullanılıyor.
Biz bu çalışmada, bütün bu verili kategorilerin nasıl ihtilafa açık olduğunu, farklı insanlar, farklı gruplar için farklı anlamlara tekabül ettiğini, ama bütün bu farklılığın da medyada yansıtılan şekliyle görünür kılınmadığını, çok kodlanmış bir şekilde konuşulduğunu, tartışıldığını göstermeye çalıştık asıl olarak.
M.A: Evet aslında, görülebilir ve duyulabilir olanlar belli temsiller, belli ifade biçimleri. Ama bu ifade biçimleri birebir insanların nasıl yaşadığını yansıtmaktan uzak. Yansıtmaktan da öte, çok daha görünmez kalan başka süreçlerin etkileşiminden ortaya çıkan şeyler bunlar. Biz bu daha geniş ekonomik, toplumsal, politik süreçleri ortaya koymaya çalıştık aslında bunları yan yana getiriş biçimimizde.
Kendi halinde bir reklam sloganı olabilir ve mesajı çok açıktır, ama biz o mesajı başka bir şeyle ilişkilendirdiğimizde, bir sergi malzemesi haline getirdiğimizde, o mesaj artık herhangi bir ürünü satma işlevinden çıkıyor. Biz bu şekilde o ürünün, ürünün satış şeklinin ya da ürünün talebi yaratma şeklinin aslında başka süreçlerle ilişkili olduğunu anlatmaya çalıştık. Nedir bu süreçler? Bireyselleşme, kimlik tanımlanmasının tüketim üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılması, sürekli bir arzunun kışkırtılması...
Z.Y: Birçok tehdidin ve korkunun bunlara eşlik etmesi... Medyada tüm bunların sunumuyla çok daha geniş bir zemine yayıldığını göstermeye çalıştık.
Sergide gazete, dergi kupürlerinin, televizyon ekranının ve işitsel öğelerin bir arada kullanımı böyle bir medya kuşatmasını da temsil ediyor muydu?
Z.Y: Tabi o da var, ama bir de bu hayat tarzı temsilleri hep öznesiz temsiller, yani hakikaten varolanı yansıtmaktan çok başka bir yerdeler. Fakat onun öznesiz olması, aynı zamanda bu temsillerin bir boşlukta üredikleri anlamına da gelmiyor. Bu temsillerin ürediği, çoğaldığı bir zemin var ve bu zemini belirleyen bir çok etmen var. Mesela 1980 Darbesi bunlardan bir tanesi. Sergide Kenan Evren'in 12 Eylül sabahı yaptığı konuşmanın yer alması ve bunu şiddet teması içinde bizim ele alıyor olmamız, biraz da bütün bu temsilleri mümkün kılabilecek ortamı hazırlayan temel bileşimlerden bir tanesinin 80 ve sonrasında gelen o baskı dönemi olmasından ileri geliyor.
Bu temsilleri mümkün kılan başka bir önemli süreç Türkiye'nin çok hızla liberalleşmesi. Giderek çok saldırgan, agresif bir neoliberal söylemin hegemonyası altına girmesi. Özellikle bu, çok fazla alanda karşımıza çıkıyor. Sadece şiddet alanında değil, serginin diğer bölümlerinde de bunlar kendini gösteriyor. Bu iki sürecin birbirine paralel bir şekilde tüm bu temsilleri mümkün kılan ortamı yarattığı ortaya çıkıyor.
Sergi 1980-2005 yılları arasına odaklanmış. Bu sürecin bir uzantısı olarak bugüne dönüp baktığımızda sizin çizdiğiniz bu tabloyu neler tamamlıyor, neler belki bir alternatif oluşturuyor?
M.A: Aslında bugün, belki her geçen gün yaşanan çatışmaların dozu artıyor. Sözünü ettiğimiz bir yandan tüketimle tanımlanan kimlikler, her dakika yenilenen ürünler, sürekli bir arzu, bir türlü doyurulamayan bir arzu ve bunun karşısında bir hüsran. Bunun dozu giderek giderek artıyor ve belki şiddet dozu da artıyor. Sürekli alışveriş merkezi açılıyor mesela. Bunun içinde müthiş bir denetleme de var. Yani alışveriş merkezinin içine girdiğinizde yapabileceğiniz şeyler belirlenmiş zaten. Size sunulan seçenekler belli. Bir yandan özgürlükler sunuyor, tüketim alanı çeşitleniyor gibi görünüyor, ama bir yandan da denetim biçimleri piyasa yoluyla çok daha güçleniyor gibi geliyor bana. Bu denetimin teknikleri inceliyor.
Ve sınıfsal ayrışmalar çok daha keskinleşiyor. Kanyon açılırken, diğer yandan Terörle Mücadele Yasası çıkabiliyor. Ve Terörle Mücadele Yasası'nın dehşetini o Kanyon'a gidenler ne kadar fark ediyor mesela... İkisi birbirinden çok alakasız şeyler gibi görünüyor, ama bunları birlikte düşünmek kesinlikle gerekiyor diye düşünüyorum.
Z.Y: Televizyonda, medyada çarpıcı olsun diye iyice sivrileştirilmiş, uç temsiller ortaya çıkıyor. Mesela güvenlik meselesi. Kendinden menkul "yankesiciler" ya da "tinerci çocuklar", "çingeneler"... Sanki bunlar gökten inmiş. Tüm bunlar, var olan toplumsal sorunlar vesaireyle bağlantısı kurularak konuşulmadığı zaman son derece içi boşaltılmış bir şekilde konuşulmuş oluyor. Ve bu konularda eleştirel bir bakışın, anlamlı bir düşüncenin üretilmesinin de önü kesilmiş oluyor.
Ürettiğiniz şeyin insanlara ulaşmasından ne derece memnunsunuz? Bu sergileme formunun alternatifleri neler olabilirdi?
M.A: Sonuçta sergi formu giderek yaygınlaşıyor Türkiye'de. Ve buna genellikle sponsor olan bankalar, şirketler... Bir nevi kültür endüstrisinin şekillenmesi, sermaye ile kültürün, sanatın bütünleşmesi sürecinin bir parçası sonuçta bizim yaptığımız sergi de. Böyle bir paradoks var. Başından beri bu serginin geniş bir kesime ulaşamayacağı da çok açıktı. Ama bir yandan da tümden anlamsız değil, çünkü belki bir şeyi içinden dönüştürmeye çalışmak, onun sınırlarını genişletmeye çalışmak, onu başkalaştırmak da burada tek yapılabilecek şeydi.
Böyle bir politik kaygımız başından beri vardı. Hayat tarzları denilince ilk akla gelen şekliyle son derece kültürelci bir bakışla, "kimileri lahmacun yiyor kimileri fast food yiyor. Kimileri başını örtüyor kimileri mini etek giyiyor" gibi tamamen kültürün içinde, "Kim? Nerde? Nasıl yaşıyor? Ne yiyor? Neyi tercih ediyor?" falan gibi son derece tarif edici bir şey de olabilirdi. Onu yapmamaya çok gayret ettik. "Bütün bunlar ne ifade ediyor?" a bakmaya çalıştık.
Tüm bunlar tek tek gruplar içinde değil de daha geniş kategoriler içinde ne ifade ediyor? Örneğin sınıf kategorisi içinde, cinsiyet kategorisi içinde, kapitalistleşme süreci içinde ne ifade ediyor? Çok birbiriyle yan yana durmayacak gibi gözüken, örneğin kimliklerin daha pekiştirilmesi, Türklük vurgusunun artmasının aslında nasıl bu kapitalistleşme sürecinin içine oturduğunu da göstermeye çalıştık. (GS/EÖ)