Sevgili Şehbal benim arkadaşım. Kampanyasına destek olmak üzere onun yanındayım.
Bu işlere çok meraklı birisi olmadığını biliyorum. Bilenler bilir benim de "temsil"le, "meclis"le,"seçim"le pek ilgim yok. Dahası yüzde 10 barajının varlığını sürdürdüğü bir "temsil" sistemiyle benim ilgim olamaz. Bunu kabul edip oyunu bu kurallarla oynayanlarla da...
Ama bağımsız adaylık meselesi farklı. Orada kendin gibi düşünenlerle değil, farklı düşünenlerin seslerini meclise taşıma olanağı var. Bir tür uzlaşma. Uzlaşma aynı şeyleri düşünmek değil, "pratik" bir iş yapmak üzere birlikte yola çıkmaktır.
Çok iyi biliyorum ki, Şehbal gibi diğer bağımsız adayların da birbirinden farklılıkları özgünlükleri var. Benim gibi onları destekleyenlerin de öyle.
Bizler bir düşüncenin değil bir tavrın, bir tutumun, bir yöntemin, tüm kısıtlamaları aşarak "Meclis"te ifade edilmesinin yollarından birisi olduğu için bu katkı ve desteği yapmaya soyunduk.
Düşüncelerini duyurmak için Meclis'te pankart açan üniversite öğrencisi arkadaşlarıma, ömür boyu sayılacak cezalar kesilmişti. O cezalara maruz kalmadan o farklı düşüncelerin mecliste ifade edilebilmesi için Şehballer kendilerini, emeklerini, akıllarını, duygularını ortaya koyarak bu işe soyundular. Onları yalnızca seçmenlerine değil tüm topluma, hatta dünyaya anlatmak da bizlerin görevi.
Bunun yollarından birisi ona kulak vermek.
Sevgili Şehbal neden bu işe soyundun.
Aslında derdimiz bir. Bazen belirli koşullar, insanların bazı işlere soyunmasına neden olur. O "tarihsel görev" denen şey de budur. Ben de bir anlamda bunu yapmayı hem kendi tarihim hem de toplumsal tarihimiz açısından bir zorunluluk olarak gördüm.
Çocuk yaşlarımdan itibaren politik yaşamın içinde oldum. Politikayı sokaklarda, gündelik hayatın içinde yapmayı yeğledim. Teorik laflar etmeyi, akademik bilimsel çözümlemeler yapmayı, kocaman cümleler kurmayı sevemedim hiç.
Belki de bu nedenle sinema ile uğraşmaya başladım. Fikirlerimi, görüşlerimi toplum ile bağını koparmayan belgesel sinema alanında söz söyleyerek iletmeye çalıştım.
Ama yalnızca bir aktarıcılık değil yaptığın?
Evet. Aktaracağımı kendime biçtiğim sorumluluk, yılların verdiği birikimle seçiyorum. Sokakların sesi çok önemli.
Sokaktaki, evdeki kadının ne dediği, nasıl dediği çok önemli. Emeğin, gücünün son kertesine geldiğinde akşam eve ekmek götürmek için zorlanırken ne dediği, nasıl dediği çok önemli. Ancak dikkat verince işitebildiğimiz, doğanın sesi çok önemli.
İşte ben tüm bu sesleri, normal yollardan ulaşamadıkları meclise ulaştırmak için bu işe soyundum. Yasalar, yönetmelikler, resmi metinlerde ne yazık ki bu sesler yer almıyor.
Doğrunun yalnızca kendi doğrularımız olmadığını anlayarak, başkalarının da gerçeklerini oraya taşımak çok önemli. Daha da önemlisi bunun taşınabildiğini göstermek...
Bu büyük bir sorumluluk ama...
Eğer görmüşsek, fark etmişsek sorumluluklarımızdan kaçamayız.
Sistem tüm söylemlerinde "biz" diyor. Ama onun "biz" dediğinin içinde aslında "biz" yokuz. Toplumsal ön yargılarla ötekileştirilenler, sırf farklı olduğu için bir biçimde damgalananlar yok. Azınlıklar, göçmenler yok. Din-dil etnik kimlik farklılıkları nedeniyle nefret söylemi kurbanı olanlar yok. Onlar olmayınca onların sesleri de orada yok.
Eğer ben oraya gidebilirsem -ki bunun gerçekleşeceğinden hiçbir kuşkum yok- onların seslerini o meclis, ülke, dünya duyacak. En çok da o seslerin sahipleri duyacaklar. Yapmaya soyunduğum iş bu.
Sen o seslere yabancı değilsin aslında, ben bunu çok iyi biliyorum belgesellerinden.
Bu sorumluluğu hissettiğim anlar aslında, çektiğim belgesellerin kurguları için makine başına oturduğum anlardır. O sesler benim için o zaman gerçek olur. Onları izleyenler algıladığı, zaman gerçek olur.
Ama biliyor musun o mecliste bir belgesel asla izlenmemiştir. Belki ben oraya gidince, 20 dakika konuşma hakkımın on dakikasını o sesleri birinci elden ve ağızdan duyurma olanağı bulacağım. Bu bir belgeselci, sinemacı olarak beni çok heyecanlandırıyor.
Bir de kadın meselen var senin... Bu işe soyunmanın bir nedeni de o değil mi?
En can alıcı noktalardan birisi bu aslında. Bu ülkede biz kadınlar "artık yeter" diyorsak hayatında her alanında olduğu gibi parlamentoda eşit temsilimizi de talep etmeliyiz.
Ne söylendiği değil, nasıl söylendiği de önemli. Sorunlar erkek dili ile söylendiğinde farklı, kadın bakış açısı ile söylendiğinde farklı algılar ve sonuçlar yaratıyor. Kadını, kadın sorununu ya da bir soruna kadının bakışını ancak bir kadın anlatabilir.
Muğla'dan sen seçilmezsen altı erkek gidecek ama?
Diğer partilerde de kadın adaylar var ama çok alt sıralarda. Seçilme olasılıkları yok. Eğer sadece partilerin adayları seçilirse Muğla'dan Meclis'e altı erkek gidecek. Oysa Muğla'nın yarısı kadın. Kadınların Muğla'dan en az bir kadını Meclis'e göndereceklerine güveniyorum.
İlk kadın vali Muğla valisiydi. İlk kadın hâkimlerden birisi bu yörede görev yaptı. Bu kentten meclise iki kadın milletvekili gitmiş; 23 dönemde "iki" milletvekili. 1969-1973 döneminde Cumhuriyet Halk Partisi'nden (CHP) Ziraat Mühendisi Mualla Akarca. 1996-1999 döneminde de ilk kadın vali olan Lale Aytaman Anavatan Partisi'nden seçilmiş.
Muğlalı kadınlar desteklerse, seçilen ilk bağımsız aday ben olacağım.
Kadınları dikkate almayan politikaları teşhir etmek, ikiyüzlülüklerini sorgulamak ve sokağı parlamentoya taşımak için bu yola girdim. Kadınların sayesinde de söylediklerimi gerçekleştireceğim.
Fethiye'deki toplu tecavüz davası hepimizi çok sarstı. Nedeni ne olursa olsun, bir kadının çığlığı, acısı, el uzatışı, savaşa kurban verdiği oğlu ya da kızından gelen kalp sızısı, biz kadınları bir araya getirip sorgusuz sualsiz dayanışmaya götürüyorsa, sırf kadın olmak bunları anlamamızı sağlıyorsa, bu dayanışma duygusundan gelen güç, o değeri tartışılamaz varoluş olgusu parlamentoda da vurgulanmalı.
Kadınlara somut mesajın ne?
Tüm kadınları, parlamentodaki alanlarına sahip çıkmaya çağırıyorum. Bize ait olanı almadan politikaların içeriğini değiştiremeyiz.
Bu dünyanın yarısıyız söylemi artık pek bir şey ifade etmiyor, zira ana sorunsal dünyanın yarısı bile olduğumuzda bize yaşatılan kimlik bilgileri ve o bilgilerde saklı erk'ek olma halleridir.
Sistemi her biçimde sorgulayabiliriz ama var olan sorgulayışı kadının sorgulayışıyla buluşturamadığımızda eksik ve güdük kalmak kaçınılmaz. Demokrasi kadın cinsini kapsamıyorsa ne kadar derinlikli olabilir?
Demokrasiyi salt kendi varoluşlarımız için değil tüm yaşayan unsurları da kapsayacak biçimiyle dillendirebiliyorsak paylaşımdaki eşitlikten bahsedebiliriz. Tam da bu yüzden politikaların erk'ek olma hallerine itirazla donatılmış demokrasi talepleri daha kapsayıcı olacaktır.
Bu dünyadan bir Margaret Thatcher, bir Condoleezza Rice ve bizden de bir Tansu Çiller geçti. Seni onlardan farklı kılan ne?
Bu kadınlar kararları, tutum ve davranışlarıyla erkeklerden daha erkek olmayı yeğledi. Sanırım mesele kadın dilinin üslubunun taşınması meselesi... Kimler için çalıştığınız, kimler adına politika yaptığınız meselesi.
Ve maalesef ülkemizdeki hiçbir siyasi parti -BDP'yi ayrı tutuyorum- kadınları gerçekten inanarak listeye almıyor. Türkiye'de ve dünyada yükselen kadın hareketinin dayatmasıyla zorunlu olarak listelerine koyuyorlar. Bir çeşit oy garantisi olarak -arka sıralarda da olsa-vitrindeler.
Zaten sermaye partilerinden meclise girseler ne olacak, gerçekten kadın sorunlarına veya nükleere veya eşit vatandaşlığa dair çözüm önerilerini kendi partilerine dayatabilecekler mi?
Sen bağımsız adaysın ama BDP'nin desteklediği bloğun içinde yer alan bir bağımsız adaysın. Bunu nasıl gerekçelendiriyor ve nasıl anlatıyorsun?
Türkiye'de yaklaşık 85 yıldır süren bir "hukuksuzluk" var. Bu coğrafyanın bir bölüm insanı, diğerlerini, kuruluş sırasında imzalanan sözleşmelere aykırı olarak yok saymış. İnkâr ile yetinmemiş imhaya yönelmiş. Kalanları da asimilasyon yoluyla yok etmeye çalış.
88 yıllık cumhuriyetin 85 yılı acıyla, kanla, gözyaşıyla ve zulümle dolu ve bu gerçeği sonsuza kadar gizlemek imkânsız.
Önce Ermeniler katledildi; sonra Rumlar, Süryaniler topraklarından sürüldü; diğer halklar kimliklerinden söz edemez hâle geldi. Kalan Kürtlere ise özellikle son 35 yılda yapılmadık eziyet kalmadı. Bu ülkenin tüm halkları -Türkler de- büyük bedeller ödedi.
Artık barış gelmeli ama bunun için barışı yalnızca Kürtlerin istemesi yetmez. Türklerin sıcak evlerinde, masa başında "barış" sözcükleri yazması da yetmez. Barış ancak barışçıl mücadele ile var olacaktır.
Bu yüzden barışı en çok isteyenlerle, onun için en çok mücadele verenlerle, en çok bedel ödeyenlerle birlikteyim. Bu "aydınım, insanım" diyen herkesin görevi.
Acılara dur demek için, BDP'nin taleplerinin bu coğrafyada yaşayan herkesin talebi olduğunu düşündüğüm için birlikte hareket ediyorum.
Ama bir yandan da "bağımsız"sın?
Ben yaşamım boyunca emir komuta içinde davranmadım. Bu noktada ağımsız aday olmayı önemli buluyorum. Hesap vereceğim hiçbir üst makam yok. Yastığa başımı koyduğumda, iç rahatlığıyla kendime hesap verebildiğimde ya da aynada kendi gözlerimin içine çekinmeden bakabildiğimde yapmam gerekenleri yaptığımı düşünüyorum.
Bir de "doğa", "çevre" ve "yeşil" yanın var?
Evet. Bu ülkede gelişeceğiz, modernleşeceğiz, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşacağız derken çocuklarımızdan, torunlarımızdan, geleceğimizden ödünç aldığımız bir doğayı da katlettik.
Yaşamı var edemeyenler, yaşamı bilemezler. Kadın yaratır. Bunun için üstündür, farklıdır. Doğaya, canlıya, hatta cansıza bile kıyamaz. Bilir ki o yaşamdır, yaşam odur.
Kafamızı kaldırıp baktığımızda üzerinde yaşadığımız dünyanın kâr için, çıkar için yok edildiğini görüyoruz. Onun için HES'lere, nükleer santrallere, otoyollara, yeni köprülere karşı durmak, doğanın dengesini bozan her şeyi fark etmek ve fark ettirmek hepimizin görevi.
Gerçekçi çözüm ve seçenekleri ifade ve talep etmek için mecliste olmak gerekli. Meclis sadece, madencilere, müteahhitlere, yapsatçılara kalmamalı. Mecliste doğanın da sesi duyulmalı.(MS/BB)