Almanya rahat bir nefes aldı. Son zamanlarda kamuoyu yoklamalarına göre yeniden yükselişe geçen Alman sosyal demokrasisi, böylece kendisine yönelik sempatiyi birkaç puan daha artırmayı başardı. Schröder ve ortakları, 2006'daki genel seçimlere doğru artık daha emin adımlarla ilerliyor.
Cinayete azmettirme suçundan 2000 yılında 4 yıl hapis cezası almasının ardından Almanya'daki "siyasal sığınmacı" statüsü ve buna dayanarak verilen "oturma izni" iptal edilen ve cezasını tamamladıktan sonra "sınır dışı edilmesi"ne karar verilen Kaplan, tahliye olduğu Mayıs 2003'ten beri avukatının girişimleriyle kararın uygulanmasını bu hafta başına kadar geciktirmeyi başarmıştı.
Kaplan'ın bir mahkemeden, bir diğerine giden dosyası, önceleri "Türkiye'ye gönderilirse işkenceye uğrar mı?", "İdam edilir mi?", sonra da "Türkiye'de işkenceyle alınmış ifadelere dayanarak yargılanır mı?" sorularından hareketle, Türkiye'deki "Avrupa Birliği süreci"nin Alman hakimlerce ele alındığı platformlara dönüşmüştü.
11 Eylül'den sonra...
Alman hükümetinin "Türkiye'de işkence yapılmıyor, idam cezası da kaldırıldı. Ayrıca bize söz verdiler adil bir yargılamaya tabii tutacaklar, biz Türkiye'nin verdiği sözlere güveniyoruz, zaten Avrupa Birliği'ne tam üyelik için müzakerelere başlamaya hazır olan bir ülkeden başka ne beklenir ki?" açıklamalarıyla sıkı bir Türkiye savunucusu kesildiği bu platformlarda, hakimler şimdiye kadar kuşkucu davranmış, Kaplan'ın sınır dışı edilmesiyle ilgili son karar, bir mahkemeden, bir diğerine atılıp durmuş, o da bu arada kendisine verilen geçici oturma iznine dayanarak, Köln'deki "24 saat polis ve istihbarat gözetimindeki" yaşamına devam etmişti.
Özellikle 11 Eylül'den sonra medyanın "Bu adam Almanya'da hala ne arıyor?" sorusunu sık sık gündeme getirmesi, hukuk devletinin işlemesinden başka birşey olmayan "yasal itiraz hakkı"nı "devletin, kendisini açıkça yıkmaya kalkan bir tehlikeli bir terör zanlısını bile sınır dışı etmekten aciz kalması" havasında yorumlamasıyla adı öne çıkan Kaplan, sonunda Köln İdare Mahkemesi'nin "sınır dışı edilebilir, isterse buna Türkiye'ye gönderildikten sonra da itiraz edebilir" yolundaki kararı almasının ardından, hızla hareket eden polis tarafından gözaltına alınıp, Düsseldorf Havaalanı'na götürüldü ve orada da özel bir uçakla anavatanına gönderildi.
Kararını "aşırı İslamcılık için simgesel bir kişilik haline geldiğinden Almanya'daki ikametine son vermek gereklidir" sözleriyle gerekçelendiren mahkemenin tavrının ne derece hukuka uygun olduğunu değerlendirmek yine hukukçuların işi.
Bu arada kararı "kendini savunabilen demokrasi için bir sembol" olarak selamlayan İçişleri Bakanı Schily, konuyla ilgili açıklamalarında, kendisinin de bir "hukukçu" olduğunu ve dosyayı bilen bir görevli olduğunu hatırlatarak, Kaplan'ın üst mahkemeye yapacağı itirazdan sonuç alamayacağını ileri sürüyordu. "Görünen köy kılavuz istemez". Almanya artık Kaplan derdinden kurtuldu.
Almanya hukukunun incelikleri!
Kaplan'ın faaliyetleri, bir türlü sınır dışı edilememesi, Almanya'da demokratik hukuk devletinin, kendisini yıkmaya çalışanlara karşı çok yumuşak, hatta korunmasız olduğu, bunların temel insan haklarını kendi hedeflerine ulaşma yolunda devletle alay edercesine istismar ettiği tartışmalarına neden olurken, Türkiye'de de "Almanya bunları besliyor, destekliyor, hoşgörülü davranıyor" tezlerini güçlendiriyordu.
Türkiye'den bakanlar, Almanya'nın Türkiye'ye yönelik her türlü İslamcı, ayrılıkçı, solcu, sağcı harekete, örgüte, propagandaya "hoşgörülü" olduğu sonucuna kolayca varabiliyor.
Ancak, başta Kaplan'ın örgütü "Hilafet Devleti" İCCB olmak üzere çok sayıda Türkiye kökenli örgüt uzun süredir yasaklanmış durumdaydı. Sadece bu örgütler adına eylem yapmak değil, üye olmak, destekleyici açıklamalarda bulunmak bile suç. Alman polisi ve adaletinin her zaman bu "suç"un takibinde Türk makamları gibi gayretli ve kararlı olmadığı doğru.
Burada öncelikle Almanların "bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" anlayışıyla hareket etmesi söz konusuydu. Ancak, buradan Alman devletinin kendi yasaklarını uygulamadığı sonucuna varmak mümkün değil. Nitekim, Kaplan ve taraftarlarına, ya da diğer örgütlere yönelik takibatlar da bunu gösteriyor.
Alman makamları zaman zaman iç güvenlik için tehlike teşkil etmedikleri sürece bu örgütleri daha da radikalizme itmemeyi ya da onları öne çıkartıp, popülarite ve taraftar kazanmalarına engel olmayı, bunun için de baskı yerine, takibat altına alma taktiğini güttüğü söylenebilir.
Almanya müttefikine "ihanet" mi ediyordu?
Öte yandan ülkedeki federatif sistem de önemli bir faktör. Her eyaletin kendisine ait polis ve istihbarat servisi var. Bunların takibatları farklı yoğunlukta ve biçimde olabiliyor. Ayrıca polis ve adli makamların, suçlanan kişileri hapsetmek ya da sınır dışı etmek için, işlendiği ileri sürülen suçları kanıtlayacak delilleri bulmakta zorlandığı da biliniyor. Faaliyetlerini yasakları ve yasaları dikkate alarak gerçekleştiren, yani "suç" işlemeyen kişilerin varlığı, zaman zaman "besleniyorlar" değerlendirmesine kanıt olarak gösterildi. Ama burada söz konusu olan daha çok hukuk devletinin işlemesiydi.
Ayrıca bu insanların toplanıp, Türkiye'ye gönderilmesine en büyük engelin Türkiye'nin kendisi olduğu da unutulmamalı. Türkiye'deki yaygın ve sistematik işkence ya da Ceza Kanunu'ndaki idam cezası, Kaplan gibilerin haklarında sınır dışı kararı olmasına rağmen, uzun süredir bu ülkede kalmalarına neden olmuştu.
Tüm bu faktörler, Almanya'nın kendisi gibi bir NATO ülkesi olan müttefiki Türkiye'ye karşı örgütleri desteklediği, bunlara hoşgörülü olduğu iddiasını geçersiz kılıyor. Almanya, her zaman, hatta 12 Eylül darbesi döneminde bile Türkiye'deki yönetimin müttefiki olduğunu gösterdi. Hıristiyan demokrat hükümetlerin "Türkiye'deki insan hakları ihlalleri ve işkence" nedeniyle zaman zaman eleştirinin dozunu artırması, örneğin Türkiye'ye silah satışını kısıtlaması, söz konusu ihlal ve işkenceleri gündeme getiren sol ve sosyal demokrat muhalefetin, medyanın önünü kesme manevralarından başka bir şey değildi. Sosyal demokratlara bakılırsa, "Türkiye zaten iyi yolda"...
Radikal İslam ve Alman siyaseti
Ancak, "Almanya'da radikal İslam'ın desteklendiği ya da hoşgörüyle karşılaştığı" tezlerini ileri sürenler tamamen haksız da değil. "İslam'la, İslamcılarla diyalog" amacıyla birçok resmi ve özel Alman kuruluşu, Milli Görüş ve Müslümanlar Merkez Konseyi (ZMD) gibi örgütlerle ilişkiye geçerek, hatta zaman zaman bu örgütlere Müslümanları temsil konumu hediye ederek "destek"te bulundular. Bu destek, 11 Eylül'den sonra azaldı, ancak eski alışkanlıklarını sürdüren diyalog meraklısı Almanların sayısı hala az değil. Ancak ilginç olan, bu örgütlerden Milli Görüş'ün, Alman istihbarat örgütleri tarafından "aşırı dinci örgüt" sınıflaması altında yoğun takip altında olması. Devlet görevlileriyle, devletin takip ettiği bir örgütün üyelerinin aynı masanın etrafında oturup, "okullarda İslam din dersi" gibi konularda karar aldığı, birlikte ders programlarını belirledikleri yerler var. Örneğin Milli Görüş'le bağlantılı olduğu ileri sürülen İslam Federasyonu adlı kuruluş, başkent Berlin'in okullarındaki İslam din derslerini düzenliyor, bu derslerin öğretmenlerini atıyor. Paralar da devletten.
İşte burada "İslam uzmanı" ünlü gazeteci Peter Scholl Latour'un, bir yandan "Atatürk büyük adamdı" deyip, diğer yandan da "Milli Görüş"ün meşru bir örgüt olarak devlet tarafından resmen muhatap kabul edilmesi çağrısında bulunması, çelişki gibi gelebilir. Ancak, on binlerce taraftarı olan bu örgütü dışlayıp, radikalleşmesine engel olmak isteyenlerin sayısı hiç de az değil.
Bu arada Alman medyası da İslam'la ilgili tartışma programlarına ZMD'nin "Müslüman Kardeşler" örgütüyle bağlantılı olduğu ileri sürülen Arap kökenli başkanını davet edip, ona tüm Müslümanlar adına konuşma hakkı vermeye devam ediyor. Bunun ardında komplo arayanların dikkate almadıkları bir önemli bir husus var. Kısa bir süre öncesine kadar Türk kökenli ılımlı Müslümanların ya da demokratların bu medya programlarındaki tartışmaları yürütecek düzeyde Almanca konuşabilen, İslam'ı bilen temsilcileri bile bulunmuyordu. Bu da Almanların kolayı tercih etmelerine, bu iş için yetiştirilmiş çoğu Arap kökenli şeriatçıları programlarında konuşturmalarına neden oluyordu.
"Şeriatçı" cephede Kaplan ve taraftarlarının sadece "buzdağının su üstündeki kısmı"nı oluşturduğu, asıl gücün çeşitli biçimlerde devletin ve toplumun muhatabı olan örgütlerde olduğunu, girilen ilişkinin bunlara meşruiyet kazandıracağı, güçlendireceği kesin. Bir yandan Suudi Arabistan gibi şeriatla yönetilen ülkelerden gelen maddi destekler, diğer yandan da söz konusu meşruiyet, bu örgütleri güçlendiriyor.
Ancak, bu durumu "devlet desteği" olarak görmek de zor. Devlet okullarındaki Müslüman öğretmenlere türban yasağı tartışması bunun tersinin doğru daha doğru olduğunu gösteriyor. Yasak, federal sistem gereği her eyalette ayrı ayrı yasalaşmak zorunda. Çeşitli farklılıklar (ve de çelişkiler) içerse de Müslümanların yoğun olduğu eyaletlerde bununla ilgili yasalar çıktı ya da çıkmak üzere.
Bu arada bazı Alman kurumlarının "Euro İslam", "Avrupa İslamı" ya da "Alman İslamı" gibi gelişimin beklentisi içinde olduğu ve bu yönde hareket ettikleri biliniyor. Bazı eyaletlerde oluşturulan "İslam şuraları" bununla bağlantılı. Bu şuralarda şeriatçılar, ılımlı Müslümanlarla birlikte bulunuyor. Şeriatçılara, şeriat hukuku yerine hukuk devletini kabullendirme girişimi olarak değerlendirilecek bu çabalar, radikal İslam'ı destekleyici değil, zayıflatıcı yönüyle öne çıkıyor.
Bu arada önce Türk, sonra da Alman medyasının abartılı haberleriyle kendi kendine üslendiği "inananların emiri, Müslümanların halifesi" rütbelerinin yanına bir de "İslamcı lider"liği eklenen Metin Kaplan ve taraftarlarının 1997'e kadar rahat hareket etmelerinin, iddia edildiği gibi demokratik düzen için ciddiye alınacak bir tehlike teşkil etmemelerinden kaynaklandığı yorumu da söz konusu.
Kaplan "radikal" mi?
Bir süre önce Kaplan'la ilgili "Tehlikeli Aptal" başlığı altında geniş bir haber yayınlayan Stern dergisi, istihbarat örgütlerinin Kaplan ve taraftarlarını "konuşmaya gelince en radikal" örgüt olarak gördüklerini vurgulayıp, Afganistan ve Çeçenistan'daki "cihat" savaşçılarının onları "gevezeler" olarak aşağıladıklarına işaret ediyordu. Tahtadan oyuncak tüfekle gösteri yapan örgüt üyeleri ya da "Halife Kaplan"ın elinde muhtemelen bit pazarından satın alınmış bir Japon Samuray kılıcıyla verdiği pozlar da bu değerlendirmeleri tamamlıyordu. 90'lı yılların sonunda Kaplan taraftarlarının sayısı bin 300 civarında olduğu ileri sürülüyordu.
Ancak bu arada bir de cinayet işlendi. İlk "Köln Halifesi" Cemalettin Kaplan'ın ölümünün ardından bu makama Metin Kaplan'ın yanısıra Berlin'de yaşayan tıp doktoru Halil İbrahim Sofu da aday olmuştu. Sofu, 1997'de evinde öldürüldü. Katili halen bulunamadı, ancak polis iki yıl sonra Metin Kaplan'ı bu cinayetin azmettiricisi olarak tutukladı. Ortada, Kaplan'ın bu cinayete fetva verdiğini gösteren video bantları vardı. Sonuçta Kaplan 4 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Ama bu arada "Hilafet Devleti" ve İCCB yasaklandı, örgütün mal ve mülklerine el kondu, özel TV kanalı "Hakk TV" sustu. Hapsedilen Kaplan, bundan sonra Almanya'daki şeriatçıların sembolü oldu, onların gözünde kahramanlaştı.
Bu arada basın da boş durmadı, 1995'ten beri "Köln Halifesi" olduğunu iddia eden Kaplan'la ilgili ayrıntılar ortaya çıkarıldı.
Örneğin Metin Kaplan, Cemalettin Kaplan'ın oğlu değil, yeğeniydi. Stern dergisi, söz konusu haberinde Cemalettin Kaplan'ın kız kardeşinin oğlu Metin'i 1952'de, doğumundan birkaç hafta sonra nüfusuna geçirdiğini açıkladı.
Aynı dergi, Kaplan'ın sinirsel problemleri olduğunun uzun süredir bilindiğini ve kendisine "atropi" (frontale corticale Hirnatrophie - beyin küçülmesi) teşhisi koyduklarını, doktorların bu küçülmenin "dikkati çeken bir miktarda" olduğuna dikkat çektiklerini duyurdu.
Beynindeki sorunlarına rağmen yıllardır Alman iç ve dış politikasının gündeminin ilk sıralarında yer alan, "bir numaralı devlet düşmanı" ilan edilen Kaplan'ın yaşam öyküsüne geniş yer veren dergi, Metin Kaplan, "babası" Cemalettin Kaplan'ın müritlerince ciddiye alınmayan, korkak bir kişilik olduğunu ileri sürdü. Haberde, "Babası"nın ölümünden sonra "halife" liği üstlenen Metin Kaplan'ı 20 yıl öncesinde tanıyanlardan hiç kimsenin onu bu sürede Almanya'daki İslamcıların önde gelen liderlerinden biri olacağını mümkün görmediği vurgulanıyordu. Dergiye göre 1995'te ölüm döşeğinde yatan ve konuşma yeteneğini kaybeden Cemalettin Kaplan, sürekli "Senin yerine kim geçecek?" sorusuna muhatap oluyordu. Sonunda bazı müritleri sürekli "Metin Kaplan"ın ismini hastanın kulağına fısıldadılar ve yaşlı "halife"nin başını eğmesiyle bu konuda onayı aldılar.
İtiraz dilekçesi bu kez zamanında yetişmedi
Kaplan'ın evine 1999'da polisin yaptığı baskında kirli çamaşırların arasında saklanmış olarak 2 milyon mark değerinde altın ve para ele geçirildiğine dikkat çeken dergi, onun örgütün başına geçtikten sonra ciddi biçimde zenginleştiğini ileri sürdü. Karısı ve dört çocuğuyla birlikte toplam 256 dairelik bir apartmanda oturan Kaplan, avukatının açıklamasına göre kanser.
5 yılı aşkın Kaplan'ı savunan 65 yaşındaki Ingeborg Naumann'ın gerekli itiraz dilekçesini zamanında veremediği için sınır dışı kararının kolaylıkla uygulandığı öğrenildi. Şimdiye kadar tüm sınır dışı kararlarını erteletmeyi, bozmayı başaran Naumann, bu görevi devletten gelen talep üzerine üstlenmişti. Bir açıklamasında "Kaplan gerici bir ideolojiyi temsil ediyor" dedikten sonra kendisinin de savunmanlık görevini makul bir biçimde yaptığını belirten Naumann'ın itiraz dilekçesini bu kez zamanında yetiştirememesi, Almanya'nın bir sorundan kurtulmasını sağladı. (GK/YS)