Altı konuşmacının ortak görüşüne göre, 2005-2007 yıllarında görünüm olumlu fakat 'bulutlu'. Asya ülkeleri Türkiye gibi yerel ve küresel risklere açık bir konumdalar. ABD'nin sıkı para politikasını sürdürmesi bekleniyor.
Bu da, yükselen piyasa ekonomileri olarak sınıflandırılan Türkiye gibi sermaye piyasaları genç ülkelerde, başlıca kırılganlığı oluşturuyor. Zira, sıkı para politikası Amerikan faizlerini yükseltince, yerel devlet tahvillerinin cazibesi azalıyor ve kısa vadeli sermaye -sıcak para- yerel bir olayı bahane ederek aniden ülkeyi terk edip finansal krize neden olabiliyor.
Finansal kriz adlı Damokles'in kılıcı altındaki ülkelerde, yerel tüketimin büyümenin motorunu oluşturacağı, ihracattaki büyümenin mütevazı boyutları aşamayacağı ve artan ithalatın büyümenin hızını keseceği öngörülüyor.
Deutsche Bank baş ekonomisti Norbert Walter'a göre, enerji ve cari açık sorunlarının çözümü için George W. Bush önderliğindeki ABD hükümetinden medet ummak boşuna. ABD, geçen yıl yakaladığı, ortalamanın çok üstünde olan büyüme hızını, orta vadede tutturamayacak. Bu da, diğer ülkelerden mal ve hizmet alımını, dolayısıyla dünya ekonomisini yavaşlatacak.
Diğer yandan dünya ekonomisinde başlıca kırılganlık kaynağı, ABD cari açığının milli gelir içindeki payının görülmemiş derecede yükselmiş olması. Cari açığın baş sorumlusu da enerji fiyatları.
Walter'a göre, ABD'de diğer gelişmiş ülkelerin iki katı olan kişi başına enerji tüketimini aşağı çekmek için en akılcı çözüm, enerji tüketimini vergi yoluyla azaltmak. Galon başına şimdi alınan 5 sentlik vergiyi 1 dolara çıkarıp kısa süreli bir iktisadi durgunluğa rıza gösterilirse, kriz olasılığını gündemden kökünden kaldırmak olanaklı.
Ancak hemen ekliyor; bu seçenek, Bush'un parti içindeki dostlarıyla arasını açacağı için olanaklı değil. "Petrol fiyatında temelde dürüst olmayan bir şey var," diyor Walter. "George W Bush yenilenebilir enerji kaynaklarından söz ediyor ama enerji tasarrufunu ağzına almıyor" diye sürdürüyor 'dabılyu' nun üstüne basa basa - salonda gülüşmeler oluyor. Seyircilerin ABD'nin iktisat politikası seçimlerinden pek hoşnut olmadıkları anlaşılıyor.
Dünya ekonomisini tehdit eden makro dengesizliklerin başında ABD cari açığının milli gelir içindeki payı geliyor. Walter, cari açık dengesizliğinin sonsuza dek süremeyeceğini ve devletin önlem almadığı durumda sorunu piyasaların çözeceğini söylüyor.
Yani tokadı yiyen avro olacak. Avrupa hükümetlerinin iktisadi durgunluk olasılığını, tüm paraları 1970'ler ve 1980'lerde bol keseden harcadıkları için bertaraf etmelerine olanak yok. Bu durumda konu Çin'in liderliği ele alıp yuanı gerektiği şekilde yüzde 15-20 devalüe edip edemeyeceğine gelip dayanıyor.
Bazılarının bu çapta bir devalüasyon ürkütücü olduğu için, yerine yüzde 3-5 gibi mini devalüasyonlarla parasını gerçek değerine yavaş yavaş indirme önerilerini ise, "uzun zamandır sabit kur politikasına tabi olan Çin parasına spekülatif hücuma açık davetiye çıkarmak olacağı için" gülünç buluyor. "Çin'de böyle bir sıcak para çıkışıyla başa çıkacak finansal hedging kurumları yok ki" diyor.
2001 yılına gelindiğinde Türk lirası da Çin'in aşırı değerlenen parasına benzer bir oranda değerlenmişti. Sıcak paranın ülkeden aniden çıkması sonucunda dalgalanmaya bırakılan lirada oluşan yüzde otuza yakın devalüasyonu akla getiriyor.
Soru-cevap bölümünde Deutsche Bank'ın bu nüktedan baş ekonomistine, Türkiye'nin de yıllarca sürüngen sabit kur politikası izleyip finansal kriz sonucunda parasını artık gerçek kur üzerinden hesaplayabilir haline geldiğini anımsatıyor ve Çin'de de "yaratıcı yıkım" zamanının gelip gelmediğini soruyorum.
"Bilmiyorum," diyor, "cevap veremeyeceğim bu soruya."
"Türkiye Avrupa'ya lazım"
Walter, iktisadi durgunluk içerisindeki Avrupa ülkelerinde korumacı eğilimlerin giderek belirginleşmesiyle Avrupa Birliği genişleme politikasının tökezlediğine işaret ediyor. Türkiye'nin demografik nedenlerle Avrupa'ya entegrasyonunun Avrupa'ya yarayacağına gönülden inandığını dile getiriyor.
"Evet, Türkiye'nin kültürü çok farklı, aile ilişkileri, kadınlara davranışları çok farklı, ama Türkiye Avrupa'ya lazım. Türkiye bazen çok saygıyla karşılanıyor ve bazen de hiçbir saygı görmüyor" diyor. Walter'a göre, bu bağlamda Avrupa anayasasının mimarı Giscard D'Estaing'in davranışının kabul edilir yanı yok.
Türkiye Avrupa yolunda nelere önem vermeli, sorusuna Walter'ın yanıtı, mülkiyette daha fazla dışa açıklık ve eğitimde yaygınlık. Walter kadın konusunda açık konuşuyor:
"Türkiye diğer Müslüman ülkeler gibi kadınlarını eğitmemekte ısrar ederse, kendi geleceğini kendi eliyle kilitlemiş olur."
Bankalarda daha fazla yabancı mülkiyetinin Türkiye'ye ne faydası olduğunu soruyorum. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Almanya'dan çok daha akıllı davranarak daha Anglo-Sakson bir model izlediklerini ve bankalarda kamu mülkiyetini özelleştirip yabancı mülkiyete getirilen sınırlamayı kaldırdıklarını söylüyor.
"Bunun sonucunda mevduat getirisi bu ülkelerde Almanya'nın bir buçuk misline çıktı" diyor. Ama Polonya bankaları varlıklarının yüzde sekseni yabancıların eline geçti, diyorum. "Evet! Çok daha fazla kazanıyorlar" diyor coşkuyla. Bu daha yüksek faiz kazancının ne kadarı risk primi diye sormaktan vazgeçiyorum.
Kadın, çevre ve iktisadi kırılganlık
Panelde kadınların eğitimini ve işgücüne katılımını konuşmasının temel köşe taşı haline getiren tek konuşmacı Bloomberg'den gazeteci Pesek. Asya ülkelerinde geleceğin, kadınların işgücüne katılımına önem vermedikleri için, pek parlak olmadığını anlatıyor.
Zira kadınların çok daha yetenekli oldukları durumlarda dahi yönetici pozisyonlarına yükseltilmemeleri nitelikli işgücü kaybına yol açıyor. Japonya'daki durgunluğun bu durumda sürpriz olmadığına işaret ediyor.
Ben de altı konuşmacı ve bir yöneticiden oluşan panelde tek bir kadın olmadığına dikkat çekiyorum. Gülüşüyorlar, biraz rahatsız. ABD'de, kadınlar en az on yıldır erkeklerden daha yetenekli oldukları durumlarda, artık çoğunlukla yönetici mevkilerine gelebiliyorlar.
Pesek bu durumun Asya ekonomilerindeki canlılığı ve uluslararası rekabetteki konumlarını olumsuz olarak etkileyeceğine hararetle katıldığını söylüyor.
Berkeley üniversitesinden David Roland-Holst, kurumsal çerçevede istikrar varsayımı üzerine kurduğu model ile Asya ülkelerinde kişi başına gelirde parlak bir gelecek öngörüyor. Myanmar, Kamboçya ve Vietnam, Asya'daki daha gelişmiş ülkeler arasında köprü işlevi görerek çok hızlı büyümeye adaylar.
Ancak bu kurumsal istikrarın ne olduğunu açıklamıyor, zaman kıtlığına sığınarak. Roland-Holst çevre kirlenmesi konusunda bölge ülkelerinin tek karar mercii olduğunu söylüyor.
Gelişmiş ülkelerin çok daha gevşek çevre kuralları çerçevesinde sanayilerini kurmuş ve kalkınmış olduklarını hatırlatıyor. Böylece Greenpeace örgütünün fosil bazlı yakıt kullanan projelere verilen kredilere karşı yaptıkları gösteriye ve Asya Kalkınma Bankası'nın çevreyi hiçe sayan Chasma sulama projesine verdiği desteği soruşturan ABD Senatosu'na dolaylı yanıt veriyor.
Bölgenin yüksek miktarda doğrudan sermaye yatırımına gereksinimi olduğunu belirten ASEAN'ın genel sekreteri He Ong Keng Yong'a yükselen piyasalarda asıl kırılganlığın sermayenin serbest akışından kaynaklandığını belirtiyorum. Bu durumda ne yapmak gerektiğine yanıt vermekten kaçınıyor.
Böylece kadının işgücü ve eğitimdeki yeri, özelleştirme, yabancı mülkiyet ile sermayenin serbest dolaşımının yararları ve çevrenin korunmasının gerekliliğine ilişkin hükümler gibi konularda, garp cephesinde yeni bir şey olmadığına bir kez daha tanıklık ettiğimiz bir uluslararası toplantının daha sonuna ulaşmış oluyoruz.
Hepimize malum olan bildik "yarar"ları alt alta yazıp büyük billboard'lardan ilan etmek daha ucuza gelecek diye düşünüyorum.
Bu yöntemin Ann Krueger'ın özelleştirilmesine an kaldığını söylediği Halk Bankası'nın konferansa her kaydolana hediye ettiği, Güral Porselen'in pek gösterişli kadife bir kutuya koyduğu bir çift işlemeli fincan, bakır cezve, kadife kesede Türk kahvesi ve siyah deriden iş çantası, inanılmaz sayıdaki sivil ve resmi elbiseli polise ödenen fazla mesaiden biz vergi ödeyen "küçük" vatandaşlara çok daha aza patlayacağına kuşku yok. (AÖ/TK)