Ancak aynı zamanda fiilen değişmiş olan şeylerin ne denli az olduğunun da bilincindeyiz; yetkililerin gerçeği yansıtmayan söylemlerini, salgın hastalığının inanılmaz ölçülerde yayılmasını, güvenin yitişine, gerçek dayanışmanın tükenişine ve dolayısıyla yavaş yavaş kabul edilemez olanın adım adım ve sinsice kabul edilişini inkar götürmez bir biçimde görüyoruz.
"Her şeyi başlangıcı belirler"
Gerçekten de hem "yüzeysel" olaylardan hem de daha derin, daha yavaş hareketlerden oluşan bireysel ve kolektif tarihin aynasında, AIDS'e karşı günlük, aylık, yıllık mücadelemizin hareketli yüzeyini altında gelişip olgunlaşan, bir bakıma aşikar, ama bir bakıma da betimlenmesi son derece güç bir veriler bütünü algılamaya başlıyoruz.
Tıpkı kişisel yaşamımız ve gelişmemiz gibi, bu sakin ve kalımlı seslere, taşıdıkları iletilere kulak verip dikkat etmemiz gerekiyor.
AIDS'ten, onun önlenmesinden ve bulaşmış kişilere destekten böylesine söz ederken, her şeyden önce bu kişisel, topluluksal ve dünyasal-yolda birlikte keşfettiklerimizi ortaya koymak gerekiyor; bundan on beş yıl önce aramızdan hiç kimse bunların varlığı konusunda önceden bir şey söyleyemez durumdaydı.
Mutlaka bizlerin kaygısı olmuş bütçeler ve rakamlar, aşılmış raporlar, dikkatsiz sorumlular ve duyarsız siyasal önderler gibi bir takım ayrıntıları ve konuları bir an için bir yana bırakalım. Nereden geldiğimizi, nerede bulunduğumuzu ve birlikte geçirdiğimiz bunca yıldan sonra nereye doğru gittiğimizi eleştirel bir gözle ama aynı zamanda sevecen ve saygılı bir biçimde inceleyelim.
Geçmişe, AIDS'in keşfedildiği 80'li yılların başlarına baktığımızda inanıyorum ki hepimiz ya da en azından aramızdan birçoğu, bütün bunların ne anlama geldiği konusunda kah kısa, kah uzun bir dikkatsizlik, bir küçümseme ya da kafa karışıklığı evresinden geçtik.
Kendi açımdan, 1981'de Birleşik Devletler New Mexico eyaleti Kamu Sağlığı resmi sorumlusu olarak CDC'nin (Center for Disease Control) yeni bir sendromu işaret eden Morbidity& Mortality Weekly Report'unu okudum ve Ne âlâ!
CDC'ye ender rastlanan İkinci bir hastalığı keşfettiği için yeni bir madalya verilecek diye düşündüm. Daha sonra, şöyle ya da böyle ve çoğu zaman kaba bir biçimde AIDS konusunda bir şeyler beni ve her birimizi çarptı: O andan itibaren, ilgili ya da meraklı olmaktan çok, alabildiğine adanmış ve işin içine girmiş hale geldik.
Peki neden: Bir Latin atasözü "Her şeyi başlangıcı belirler" der. Nitekim AIDS konusunda belki bugün bile açıkça ifade edemeyeceğimiz bir şeyler algılıyorduk; bir şeyler biliyorduk; bizleri derinden ve doğrudan etkileyen bir şeyler; kararlılığımıza yol açan rasyonel yeteneklerimizden çok sezgimizdi.
Bir şeylerin altında boğulmuştuk, duygusal duyarlılığımız uyanmıştı. Bu "içgörü", AIDS üzerinde çalışan insanların niteliğini bir ölçüde açıklar: Enerji, tutku ve duyguların çevresinde bir "bilmem ne". Anlayanlar ile, bu aşkı vicdani niteliğini kabul etmekten geri durmasalar bile anlamayanları ayırdeden şey de budur.
"AIDS'i bir kişisel tutum sorunu olarak tanımlıyoruz"
Ne olursa olsun tüm verileri aynı zamanda gözlemleyemeyiz ya da kavrayamayız. Gerçekten de 80'li yılların başlarında ki mesleki yaşamlarımızda, Kamu Sağlığı'na karşı bir tehdidi karşı koyarken, başlangıçta geleneksel şemalar uyarınca davrandık. Yeniliğe hâlâ eski ya da çok çok o andaki gözlüklerle baktığımız sürece bu oldukça normaldi. AIDS ile ilgili olarak bu, yeni bir soruna Kamu Sağlığı'nın geleneksel paradigmasını ve yaklaşımını uygulamak demekti.
Daha açık bir deyişle, AIDS'i bir kişisel tutum sorunu olarak tanımlıyorduk. Kamu Sağlığı, daha güvenilir ve daha sağlıklı tutumları teşvik etme girişimleri konusunda uzun bir deneyime sahipti ve geçmişte geliştirilmiş olan yaklaşımlar, araçlar yeni soruna uyarlandı.
Eş zamanlı olarak, WHO (Dünya Sağlık Örgütü) tarafından tüm dünya ülkelerinde ayrım gözetilmeksizin benimsenip uygulamak üzere AIDS'e karşı global bir savaşım stratejisi geliştirildi. Önleme ile ilgili olarak, üç parçalı bir model geliştirildi.
İlk ikisi, bir yandan bilgilendirme eğitim ve diğer yandan tıbbi ve toplumsal hizmetlerdi. Bunlar, "program"a dayalı geleneksel yaklaşımdan kaynaklanıyordu; bu programda amaç bir sağlık sorunu konusunda halkı bilgilendirmek, tutum değişiklikleri tavsiye etmek ve değişiklikleri teşvik etmek için prezervatif dağıtımı, bakım izleme ve danışmanlık gibi bazı hizmetler sunmaktı. Bu hizmetleri tasarlamak, uygulamaya sokmak ve değerlendirmek, HIV enfeksiyonunu önlemede Kamu Sağlığı'nın temel çalışmasının ana hedefi haline geldi.
Bununla birlikte, bu "önlemeye dönük üçleme"nin üçüncü öğesi son derece yenilikçiydi. Kamu Sağlığı sorumluları gitgide şunun bilincine vardılar: Seropozitif olduğundan kuşkulanan ya da olan kişiler işten çıkartıldıklarında ya da okuldan uzaklaştırıldıklarında ya da bakımdan yoksun bırakıldıklarında ya da hapse atıldıklarında ya da öldürüldüklerinde bu olayların yarattığı korku, önleme programlarının yaşama geçirmesi önünde büyük bir engel oluşturur.
Bir diğer deyişle, kişisel ya da toplumsal sonuçlarda bu haklı endişeler, hastalığın en çok bulaşmış olabileceği resmi makamlarla ya da serolojik durumun resmi makamlara iletilebileceği ve böylece herkese ilan edileceği sağlık kurumlarıyla hiçbir temasa girmemeye sevk etti.
Bu korkunun, bu tehdidin odağında toplamdan dışlanma, tek başına bırakılma terk edilme yatıyordu ve hangimiz bu korkudan bu kişisel ve toplumsal terörden etkilenmeyiz?
"Ayrımcılık, salgın hastalığa karşı trajik ve "verimli olmayan" bir etki olarak tanımlandı"
Seropozitiflere ve AIDS'lilere karşı ayrımcılığı önlemek üzere Kamu Sağlığı'nın makul bir incelemesine yol açarak Kamu Sağlığı'nı stratejilerini gözden geçirmeye yönelten, gayri resmi ve topluluksal örgütlerce yaşama geçirilen çoğu kez yaratıcı ve cesur projelerde dile gelen global bir deneyim oldu.
Bir diğer deyişle, ayrımcılık, salgın hastalığa karşı trajik ve "verimli olmayan" bir etki olarak tanımlandı. Ayrımcılık, Kamu Sağlığı için herkesin sağlığı için bir tehlike yaratan etken olarak kabul edildi. Ve bu nedenledir ki, tarihte ilk kez, hastalık bulaşmış kişilere karşı ayrımcılıkla mücadele, bir salgın hastalığı kontrol stratejisinin bütünleyici parçası haline geldi.
AIDS'e karşı mücadelenin bu üçüncü anahtarı, yani seropozitiflere ve AIDS'lilere karşı ayrımcılık-yapmama, pratik deneyim alanından ve somut durumlardan doğmuş gerçekten özgün bir kavramdı; ne İnsan Hakları militanlarına teslim olma, ne de hatta bu haklar doğrultusunda bir hareketti (nitekim, o dönemde özel olarak onunla ilgili olanlar dışında, bilinen Kamu Sağlığı olmayacaktı.
Sesinizi çıkarmadan her birimiz adım adım aynı acıları saptamayı yaptık ve şu temel sonucu kabul ettik: Bugün AIDS konusunda uzman hiç kimse, başarıya doğru yol aldığımıza inanmıyor. Tıpkı diğer kapılar gibi bu kapıdan da bir kez geçildi mi geriye dönüş yok.
Nitekim AIDS konusunda geçen yılki ya da beş yıl önceki şatafatlı sözlerle süslü boş söylevler duyduğunuzda, iç güdüsel olarak kendimizi rahatsız ve mutsuz hissediyoruz. Kendinizi dünyadaki herhangi bir ülkenin (Endonezya'nın, Kanada'nın ya da Breziya'nın) Sağlık Bakanı olarak tasavvur edin: AIDS karşı global strateji (bilgilendirme programlarını, okullarda eğitimleri, prezervatif dağıtımlarını, izlemlerini, danışmanlıkları ve seropozitiflere ve AIDS'lilere karşı ayrımcılıkla savaşımı) uyguladınız, bütün bu tedbirlerin hem gerekli hem de yararlı olduğunu biliyorsunuz.
Ancak, halkınızın sağlığından tümüyle sorumlu bir insan olarak, gece yatağınızda derin bir uyku uyuyabilir misiniz? Yaptığınız yeterli mi, bütün bu çalışmalar ülkenizde AIDS hastalığını durdurabilecek ya da köklü bir biçimde frenleyebilecek mi? Yanıtı biliyoruz: hayır, bunlar yeterli değil, bunlar salgın hastalığı durduramayacak.
"Hastalığa açıklık, büyük ölçüde toplumun yapısına bağlıdır"
Vaclav Havel bize kendi içimizdeki hakikatin bastırılamaz sesinin inkâr edilemeyeceği ve kurumlar ve duvarlar, ne denli sinsi ve güçlü görünürlerse görünsünler, bu ses bir kez yükseldiğinde sarsıldığını anımsattı. Dolayısıyla bizde eksik olan ne cesaret, ne de irade.
Keşfettiğimiz hakikatlere daha özenli bir biçimde kulak vermeli ve onların bize açtığı yolu daha güvenli bir biçimde izlemeliyiz. Bundan çıkan sonuç ne? Bir sorunu tanımlamanın, ne yapıldığını belirlediğini bilerek, en ivedi sorumuza bir yanıtın nüvesini içermeleri bakımından salgın hastalığı ve yukarıda belirtilen iki paradoksu bir kez daha gözden geçirelim: "Bu salgın hastalık gerçekte nedir ve dolayısıyla ne yapabiliriz?".
Her şeyden önce, geriye doğru her salgın hastalıkla ilgili ayrıntılara bakalım ve ancak zamanla ortaya çıkan daha genel bir figürü gözlemleyelim. HIV bir ülkeye ya da bir topluluğa çok değişik tarzlarda nüfuz edebilir. Her ülkede, hastalığın bulaştığı yer ve kişiler, salgın hastalığın tarihinin temelini oluşturur.
Zamanla salgın hastalık, her toplumda ayrıntıda farklılıklarla (bunlar benzersiz, yaşamsal ve ortak bir karakteristik oluşturur) gelişir ve açık ve sürekli bir hareket izler. Tüm toplumlarda, HIV'in en çok bulaşma riskini taşıyan kişiler, AIDS'in gelişinden önce marjinalleşmiş, damgalanmış ve ayrımcılığa uğramış kişilerdir. Salgın hastalığın bir ülkede ya da bir toplulukta başladığı yerden ve kişilerden bağımsız olarak, hastalığın şiddeti, adım adım ve acımasızca bu HIV enfeksiyonu risk faktörünü taşıyan kişilere doğru döner.
Hastalığa açıklık (ve tedaviden yoksunluk), büyük ölçüde toplumun yapısına bağlıdır. Haklarına (İnsan hakları anlamında) ve insan onuruna en az saygı gösterilenler, hastalığa en açık olanlardır.
Nitekim, Amerika Birleşik Devletleri'nde, hastalık artan bir biçimde azınlıklara, kent yoksullarına, uyuşturucu bağımlılarına ve kadınlara ulaştı. Brezilya'da, "jet sosyete" içinde başlayan hastalık, Rio de Janeiro ve San Paolo çevresindeki favela'lardaki erkekleri ve kadınları etkileyen bir salgın haline dönüştü.
Etiyopya'da esas itibariyle elit katmanları etkiler gibi görünen AIDS, hızla yoksulların ve her türlü haktan yoksunların hastalığı haline geldi. Fransa'da AIDS gitgide dışlanmışları, toplumun kenarında yaşayanları etkiler oldu.
"Etkin bir biçimde kullanılabilir bir dile, İnsan hakları diline sahibiz"
Bu gerçeklik, toplumsal yapı ve ölçek ile HIV'in bulaşması ve tedavinin yetersizliği konusundaki risk arasındaki ilişki bir süredir "bildiğiniz" bir şey, fakat bundan söz etmek en azından iki nedenle zor.
Birincisi, Doğu Avrupa'daki bir gayin ve Doğu Afrika'daki evli bir kadının ya da hatta Latin Amerika'da yetişkinlerin ve Asya'da uyuşturucu bağımlılarının durumlarını betimlemek üzere ortak bir sözcük dağarcığına sahip değiliz.
İkincisi başkalarının bizim gözlemlerimizi alıp çarpıtmalarından ve AIDS marjinallerin bir sorunu haline geldiğini ve dolayısıyla geniş halk yığınlarını ilgilendirmediğini ilan etmelerinden duyduğumuz korku.
Bu iki nedeni açık kalplilikle inceleyelim: Hastalığa açıklığı betimleme konusunda ortak bir dilin yokluğu ve gözlemlerimizin toplumsal anlamı. Marjinalleşmeyi toplumda damgalanmışlığı ve ayrımcılığı tartışmak için aslında gerçekten kullanabilir bir dile, İnsan Hakları Dili'ne sahibiz. Bulaşıcı bir hastalığa açıklığı, insan haklarına saygıya bağlı olarak ele almak, hastalık ve tedavi konusunda uzman olan bizlerin çalışması dışında tüm dünyada inanılmaz bir güce okulda, üniversitede ve mesleki eğitimimiz boyunca insan haklarını incelememiş olduğumuzdan AIDS ve insan hakları konusundaki tartışmayı mantıklı ve somut bir biçimde geliştirmek üzere kimi anahtar noktaları gözden geçirmemiz gerekiyor.
İnsan hakları hareketi, tüm halkların doğal haklarını tanımlamak üzere felsefi girişimleri, köleliğin kaldırılması hareketi gibi uluslararası kampanyaları, 18.yüzyıl sonlarında Fransa'da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ya da Birleşik Devletler Bağımsızlık Bildirgesi gibi anahtar yayınları ve belgeleri içeren uzun ve eski bir tarihe sahiptir.
Bununla birlikte çağdaş, insan hakları dönemi, İkinci Dünya Savaşı ertesinde Avrupa'da "holocouste" vahşiliklerine bir yanıt olarak başlamıştır. 1945'te Birleşmiş Milletler'in kuruluşuna yol açan böylesi trajedilerin bir daha yaşanmasını önleme kararlılığı, insan haklarının tanımında ve anlamında köklü bir değişikliğe yol açmıştır.
İnsan haklarının korunması Birleşmiş Milletler'in belli başlı dört hedefinden biri olarak ortaya konmuştur. 1948'de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından "tüm haklar ve tüm uluslar için ulaşılacak ortak bir hedef" olarak global bir haklar bütünü halinde önerilip kabul edilmiştir.
"Evrensel Bildirge yalnızca hukukçuların ya da filozoflara değil sırada insanlara yöneliktir."
Evrensel Bildirge'de atıfta bulunulan haklar, "Her insan özgür ve hak ve onur bakımından eşit doğar" biçimindeki bir ana fikirden türemiştir. Evrensel Bildirge çağdaş insan hakları hareketinin temelini oluşturan bir liste haklar listesidir. Bu haklardan bazıları medeni ve siyasal haklar olarak nitelenmiştir. Çünkü bunlar bireyi devletin gücüne karşı korumaya yöneliktir.
Bu haklar örneğin şunları içerir: Kişinin özgürlüğü ve güvenliği hakkı; işkence edilmeme ya da zalimane davranışlara, gayri insani ya da aşağılayıcı muamelelere ya da cezalara tabi olmama hakkı; yasa önünde eşitlik; düşünce, vicdan, din özgürlüğü hakkı. Diğer haklar topluma yöneliktir ve onun varoluş koşullarını yaratır. Bu toplumsal ve ekonomik haklar eğitim, sosyal güvenlik, çalışma ve "beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım da içinde olmak üzere sağlık ve refaha yeterli" bir yaşam düzeyi hakkını içerir.
Evrensel Bildirge'nin çok önemli bir özelliği onun herkes bakımından erişilebilir dilidir. Eleanor Roosevelt'in sözleriyle, Evrensel Bildirge yalnızca hukukçulara ya da filozoflara değil, sıradan insanlara yöneliktir.
İzleyen süreçte bu temel haklar iki ana uluslararası konvansiyonla derinleştirilmiş, kadınlara karşı ayrımcılık yapılmaması, soykırımlar, işkence ya da çocuk haklarının korunması gibi belirli konularda birçok Analaşma ve Bildirge'yle zenginleştirilmiştir.
Çağdaş insan hakları anlayışı basit bir listenin çok ötesine varmıştır; bir dizi temel ilke, uluslararası ölçekte korunan tüm bu haklarla ilgilidir.
- Bu haklar tüm insanlara yalnızca insan oldukları için uygulanır.
- Bu haklar devredilemez: Herhangi bir hükümet tarafından ne verilebilir, ne de geri alınabilir.
- Bu haklar evrenseldir ve tüm haklara her yerde ve her zaman eşit olarak uygulanır.
( Bu aynı zamanda bu hakların herhangi bir ülkede çiğnememesi hepimizi ilgilendirir demektir.);
- Bu haklar bireyseldir ve bireyler ile hükümetleri arasındaki ilişkiyi tanımlar;
- Bu haklar toplumsal bir taleptir: Hükümetler bu hakları yaşama geçirip korumaya çalışmak zorundadırlar;
- Bu haklar, genel olarak çiğnenemez: Diğer sosyal avantajlara ağır basarlar;
- Bu haklar ayrılamaz ve bölünemez.
"İnsan hakları tanrısal bir esinin sonucu değil, insanların eseridir"
Bu açıklamadan hareketle, insan haklarının halklar açısından bir özlemler bütünü, refahlarının geliştirilip korumak için gerekli olanı oluşturduğu açıkça görülmelidir. Bu haklar ampirik olarak kanıtlanacak ya da çürütülemeyecek bir bütün oluşturur.
Nitekim insan hakları bizlerin ya da başkalarının kabul edip etmemeye karar verebilecekleri bir fikirden ibaret değildir. Kant'ın ya da Descartes'in felsefesini yeğlememize göre yapılacak bir seçim değildir! İnsan hakları vardır ve onun özel niteliği, meşrutiyeti dünyadaki uluslar tarafından kabul edilmiş (ve oylanmış) olmasından gelir.
İnsan hakları tanrısal bile esinin sonucu ya da bir dinsel makamın üretimi değil insanların eseridir; bu nedenledir ki değişip gelişebilir. Çağdaş dünyanın yurttaşları olarak evrensel bildirgeyi kendi öz haklarımızı koruyup geliştirmek amacıyla okuyup öğrenmeliyiz.
1945'ten bu yana tarihte ilk kez bir insan hakları bütünü uluslararası düzeyde tanımlanmış insan refahının ön koşulları evrensel ve laik bir tanıma kavuşmak ve bu hakları koruyup teşvik etmek üzere ulusal ve uluslararası kurumlar ve örgütler kurulmuştur.
Şimdi, AIDS insan haklarıyla bağları konusundaki görüşlerimizi ortaya koymak üzere bu hakların iki somut durumda hastalığa açıklığı nasıl etkilediklerini ele alalım: Evli kadınlar ve sağırlar. Aynı ilkeler gaylere ve lezbiyenlere, damardan uyuşturucu kullananlara, ergenlik çağındakilere, para karşılığı seks yapanlara ve daha birçoklarına da uygulanabilir.
"Kadın hakları ve onuruna saygı gösterilmediği sürece toplum HIV'e açıklığı yaratıp artırmaktadır."
Evli ve tekeşli bir kadın olmak, HIV'den korunmak için bir güvence değildir. Nitekim bazı ülkelerde evli ve tekeşli olmak HIV enfeksiyonu açısından bir risk faktörü olarak görülmektedir! Bunu anlamak için kadınların yüz yüze bulunduğu yaşam gerçeğini ele almamız gerekir. Örneğin kadınlara (ve erkeklere) partnerlerin sayısını azaltmaları tavsiye edilir.
Ne var ki, Elias ve Heise'nin vurguladıkları gibi, bu tavsiye en azından üç nedenle başarısızlığa mahkumdur. Birincisi, kadınların yüz yüze bulunduğu risk partnerlerinin tutumuna bağlıdır. Nitekim, Kigali'de seropozitif beş kadından biri yaşamları boyunca tek bir seksüel partnere sahip olmuştur.
Fas'ta seropozitif kadınların yüzde 45'i hastalığı kocalarından almıştır. İkinci olarak, birden çok partnere sahip olmak yaşamı sürdürmek için gerekli olabilir. Dünyada aile ocaklarının dörtte biri ya da üçte biri kadınlar tarafından sürdürüldüğünden, birden çok partnere sahip olmak kimi zaman okul, kredi ya da iş için kaynaklara erişimin biricik yoludur.
Üçüncü olarak, kadınlar çoğu zaman seksüel ilişkilerinde denetime sahip değildirler; evlilikte süregen fiziki şiddet ya da boşanma tehdidi (hukuki yollara başvurmama ya da mülkiyet üzerinde garanti sahibi olmama) kadını AIDS konusunda bilgili olsa bile elinin altında prezervatif bulunsa bile ve hatta kocasının seropozitif olduğunu bilse bile güçlü bir biçimde davranmaktan tümüyle yoksun kılabilir.
Bu nedenlerle kadınlarda HIV'e açıklık sorunu afişlerle, bilgilendirme kampanyaları ile ya da prezervatif dağıtımıyla çözüme kavuşturulamaz. Ana sorun ne teknik, ne de virolojiktir: Kadınların aşağı rolü ve statüsüdür. Kadınların hakları ve onurlarına saygı gösterilmediği sürece toplum HIV'e açıklığı yaratıp artırmaktadır.
"Sağır ve dilsiz" muamelesi gördükçe insan onuru nerede?"
Sağırların durumu ne? Amerika Birleşik Devletleri'nde 250 bin ila bir milyonu aşkın sağır ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye alıştırılmıştır. Evet, onlar da en azından teoride tüm Amerikalıların sahip olduğu haklara sahiptir. Ancak pratikte toplumun sağırlara muamele tarzı HIV'e açıklık riskin yaratıp artırmaktadır. Örneğin sağırlar bilgiye ne ölçüde erişebilir?
Amerikalı sağırları bilgilendirmek üzere ilk etkili program, salgın hastalığın başlangıcından on yılı aşkın bir süre sonra yaşama geçirilmiştir. Amerikalı sağırların büyük çoğunluğu bakımından onların ilk dili, İngilizceye dayalı olmayan AIDS Savaşım Derneği (American Siga Langage)'dir. Uzmanlaşmış okullar, onlara cinsellik, dölleme/döllenme ve MST'ler kıonusunda bilgi vermeye pek az eğilimlidir.
Sağırlar siyasal yaşama tam olarak katılıyorlar mı? Yasa karşısında fiilen eşitler mi? Özürlerinin doğrudan bir sonucu olarak zalimane ve aşağılayıcı bir takım muamelelere maruz kalmıyorlar mı? Sağırlara hangi işler açık? Tedaviye ihtiyaç duyduklarında onurlu bir biçimde muamele görüyorlar mı? "Sağır ve dilsiz" muamelesi yapıldığında insan onuru nerede? Bu soruların herbiri belirli haklara ya da hak gruplarına bağlıdır ve teorik hak ile somut greçek arasındaki uçurum HIV riskinin doğup büyüdüğü alanı temsil eder.
"Yalnızca HIV'e açıklık değil, sağlığın ana belirleyicileri de toplumsaldır."
Yukarıda sözünü ettiklerim yalnızca iki örnek. Diğerlerinş siz düşünün: Örneğin dünyadaki gaylerin ve lezbiyenlerin, para karşılığı seks yapanların insan haklarının durumunu ele alın. İnsan hakları her özgül bağlama özgü bireysel, toplumsal ve kültürel özelliklerin ötesinde tüm bu grupların ortaklaşa sahip oldukları betimlemek üzere tutarlı bir bütün sağlar.
Bu grupların paylaştıkları haklarına ve insan onurlarına saygı eksikliğidir. Bu kişisel ve ortak deneyimler bize teoride değil ama pratikte göstermiştir ki, ilk mücadele stratejisinde eksik olan boyut HIV/AIDS'in önlenmesi konusundaki toplumsal boyuttur.
HIV/AIDS'e geleneksel yaklaşımın içkin ve değiştirilemez sınırlılığı onun programlar boyunca bireyle ilgilenmesi olduğundan bu yaklaşım HIV'e açıklığı tanımlayıp güçlendiren toplumsal soruna etkili bir biçimde yanıt veremez Özü itibariyle, Kamu Sağlığı'nın geleneğine köklü bir biçimde yerleşmiş olan geleneksel strateji, tedavi merkezleri, pedagojik malzeme ve diğer hizmetler aracılığıyla toplumun yarattığı dezavantajları ve hastalığa açıklığı telafi etmeye çalışıyor.
Ancak bunu başaramıyor. Bunu nasıl yapabilir ki? Yalnızca HIV'e açıklı değil, sağlığın ana belirleyicileri de toplumsaldır ve bu temelli gerçekliği ne bilmezden gelebilir, ne de çarpıtabiliriz.
Salgın hastalığın başlangıcında, öngörülü bir gözlemci Birleşik Devletler'i oratlarındaki bir kentteki genç bir zencinin prezervatif kullanması isteniyorsa, önce ona bir gelecek güvencesi vermekle işe başlamak gerektiğini vurgulamıştı.
Diğer yandan, parlak, eğitimli, geleceğinden güven duyan, haklarına sahip ve onuruna saygı gösterilen bir öğrenciyi ele alalım. Onu, aynı toplumda, haklarına ve onuruna daha az saygı gösterilen ya da hiç gösterilmeyen biriyle, örneğin bu zenciyle karşılaştırın.
Geleneksel Kamu Sağlığı programımızın sağlamayı varsaydığı bilgi, broşürler, tedavi merkezleri ve danışmanlık hizmetlerini bunlardan her birine sunduğunu varsayın. Öğrenci için bu bilgi ve hizmetler HIV'in önlenmesi konusunda yapılabilecek olanı oluşturur ya da tamamlar.
Diğeri için, bu hizmetlerin pratik değeri çok daha belirsizdir: Elbette bunlar yararlıdır, ancak aynı zamanda hedefleri eksiktir. Bu iki kişi de srepozitif hale geldiklerinde, toplumsal güzergah ya da HIV'in bulaşmasının toplumsal fizyopatolojisi farklı olacaktır. Öğrenci nispeten özgür ve bilgilenmiş, birtakım tercihler yapmıştır; YA DİĞERİ?
Eşiyle istenmediği ya da korunmadığı bir seksüel ilşkiyi reddedemeyen Ugandalı bir kadın örneğinde gerçek tercihlerin neler olduğunu ele almalıyız; teorik tercih ile gerçek dünyada fiili tercihler yapabilme gücü arasındaki fark, esas ayrımı oluşturmaktadır.
"İnsan haklarına dayalı yeni bir stratejik yaklaşımı benimsiyoruz"
AIDS'e karşı insan haklarına dayalı yeni bir savaşım stratejisi neye benzeyebilir? Bu strateji iki bölüm içerecektir. Birinci olarak, programlar itibariyle bugün geçerli yaklaşım sürdürülüp güçlendirilmelidir. Çünkü sınırlı olmakla birlikte yine de hastalığa açıklığı azaltıcı bir rol oynamaktadır. Çünkü sınırlı olmakla birlikte yine de hastalığa açıklığı bir rol oynamaktadır.
İkinci olarak, insan haklarına dayalı yeni bir stratejik yaklaşımı benimsiyoruz. Bu, şu ya da bu özel insan grubunun HIV'e açıklığını gerçekten doğuran insan hakları ve insan onuru ihlallerini teşhis edip bunlara yanıt vermek demektir. Hanfi hakların halel gördüğüne teşhis etmeli ve sonra bu haklara saygı gösterilmesi doğrultusunda hareket etmeliyiz.
Bu yerel bir eylem için global bir tepki göstermeyi gerektirir. HIV'in önlenmesiyle içiiçe geçen insan hakları sistematik ihlallerin örnekleri şunları içerir: Kadınlara, gaylere ve lezbiyenlere, sağırlara, gençlere karşı ayrımcılık; HIV konusunda bilgi edinme ve prezervatif içeren daha güvenli seks hakkı ihlalleri; eğitime erişememe; tedaviye erişememe; uyuşturucu bağımlıları ya da para karşılığı seks yapanların örgütlenmeleri gibi bazı hükümet dışı örgütlerin yasaklanması biçiminde görülen örgütlenme hakkı ihlalleri.
İnsan hakları ışığında bir analiz büyük bir sorunu birçok bölüme ayırabiliyor ve böylece eylem yerel düzeyde yürütülebiliyor. Örneğin kadınların eşitsiz rolü ve aşağı statüsü, onların HIV'e açıklığını artıran temel bir sorundur. Somut olarak nasıl davranmalı? Kadınların durumunu iyileştirmenin geniş ölçüde bilinen bir aracı (Dünya Bankası'nın bile kabul ettiği gibi!) onların eğitime erişmelerini artırmaktadır. Burada iki yaşamsal hak söz konusudur.
Eğitim hakkı ve cinsiyete bağlı ayrımcılık yapılmaması hakkı. İzleyen evre topluluksal eylemdir, kız çocukların okula daha yetkin bir biçimde erişmeleri için gerekli eylemleri bulmaktır.Her topluluk, bir kez bunu yapmaya karar verdi mi, böylesi koşulları nasıl yaratacağını da bilir.
Şu ya da bu nedenle genç kızların okula gidişlerini artırmaya dönük bu özel hedef, şu anda en yetkin yaklaşım değilse, başka bir hak eyleme geçmek için seçilebilir.
Örneğin bilgi edinme hakkı ya da yasa karşısında eşitlik hakkı ya da Ugandalı kadınlar örneğinde olduğu gibi boşanmadan sonra eşit muamele hakkı. Kadın haklarının herhangi bir yanındaki iyileşme, kadınların statülerinin ve dolayısıyla sağlıklarının iyileşmesine somut, birikimli ve gitgide artan bir biçimde katkıda bulunacaktır.
Bu önsel olarak sezgimize aykırı gelebilir. Ancak bunları geleneksel yaklaşımı tamamlayıcı şeyler olarak söylüyoruz. HIV'i önlemek açısından AIDS'e özgü bir kurum kurmak yerine, hükümet dışı örgütlerin ve topluluksal örgütlerinin artması için elverişli koşulları yaratmak da önemli olabilir.
"Yeni Kamu Sağlığı, toplumu ve hastalığı birbiriyle kopmaz bir biçimde bağlı kabul eder."
Şimdi Yeni Kamu Sağlığı'nın ne olduğunu v eskisinden hangi noktalarda farklılık gösterdiğini daha açık bir biçimde tanımlayabiliriz. Geleneksel Kamu Sağlığı hastalıkları, sabit ya da statik temelli bir toplumda ortaya çıkan dinamik olaylar olarak kabul eder. Toplumları istila eden hastalıklara ilişkin bu görüş, geleneksel Kamu Sağlığı'nı sorunu şu biçimde ortaya koymaya yöneltti.
"AIDS topluluğumuza ya da ülkemize geldi; mevcut toplumsal sistem çerçevesinde ne yapabiliriz?" Bireysel tutuma vurgu getirildiğinde, bu ilkeye dayalı basit bir siyasal analiz, sorumluluğu, karar alma noktasındakilere ve onların dikkatsizliğine, Kamu Sağlığı, AIDS sorunlarına, ev içi şiddete ve MST'lere öncelik vermemelerine yıkmaktadır.
Buna karşılık, yeni Kamu Sağlığı toplumun ve hastalığın birbirlerine kopmaz bir biçimde bağlı olduğunu kabul eder; böylece toplum hastalığın bütünleyici bir parçasıdır ve hastalık topluma derinlemesine bağlıdır.
Her ikisi de dinamiktir ve bir hastalığa karşı savaşım vermek toplumun gelişmesini ya da dönüştürülmesini gerektirir. Sağlığı koşullandıran toplumsal durumları değiştirmek üzere bir konsensüsün bulunmaması durumunda, kamu sağlığının eylemlerinin olumlu etkisi esas itibariyle haklarından yararlanabilenler ve bunları kullanabilenlerle sınırlıdır.
Çünkü insan hakları fiziki zihinsel ve toplumsal refahı gerçekleştirmenin önkoşuludur. İnan hakları bizlere toplumda gerekli değişikliklerin niteliği ve yönü konusunda kılavuzluk eder, çünkü haklara ve insan onuruna saygı sağlığın bir önkoşuludur. Bu bakımdan, yukarıda işaret ettiğimiz iki paradoks daha iyi anlaşılabilir.
Niçin başarılı pilot projeler (uyuşturucu bağımlıları, para karşılığı seks yapanlar, eşcinseller, erkek ve kadın heteroseksüeller için geliştirilmiş projeler) yeniden uygulamaya konmuyor? Çünkü toplumdaki statükoyu önemli derecede tehdit ediyorlar.
Bu nedenledir ki, toplumda iktidarı ellerinde bulunduranlar bu pilot projelerin sonuçlarının uluslararası konferanslarda sunulmasına izin verirken, bunların uygulanmasını bloke ediyorlar ve sübvansiyon sağlamıyorlar.
Yaygınlaşan ve yoğunlaşan global bir salgın hastalığa karşı toplumsal ve siyasal ilgi niçin zayıflıyor? Çünkü daha fazlasını ya da daha iyisini yapmak toplumların AIDS sorununu bir toplumsal meydan okuma olarak ciddiye almalarını gerektiriyor. Çünkü iktidarı ellerinde tutanlar her toplumda mutlaka herkes için insan haklarına ve insan onuruna saygıyı artırmaya çalışmıyorlar.
Çağımızın en büyük Amerikalısı Martin Luther King, güçlülerin iktidarlarını bir sabah kalktıklarında paylaşmaya karar vermediklerini vurguluyordu; onları bunu yapmaya zorlayacak olan "iktidara sahip olmayanlar"dı.
İnsan haklarını ve insan onurunu geliştirmek, iktidarı ellerinde tutanları tehdit eder, çünkü bu herkesin sesinin asgari bir yaşam ve güvenlik düzeyi doğrultusunda, iktidarın çoğu kez uygulandığı baskıcı uygulamaların terk edilmesi doğrultusunda seslerinin duyulmasını gerektirir.
"Toplumlar bizim analizimizden kendilerini tehdit edilmiş hissedebilir" .
Gerçekten de, toplumlar AIDS'in derin anlamına direniyorlar: Kim hasta olacak, kim sağlıklı kalacak; kim yaşayacak, kim ölecek; hangi yaşta, hangi koşullarda ve ne durumda? Bunları adeta kesin bir biçimde tanımlayıp belirleyen insan hakları ve insan onurudur.
Kamu Sağlığı'nın geleneksel politikasının gücü ve zaafı, onun programlarını, eylemlerini ve hizmetlerini, sessizce kabul ettiği ve bu nedenle kimi zaman güçlendirdiği toplumsal şemanın içinde geliştirmesinde yatar.
Bu yolda yürümeye hazır mıyız, buna gücümüz var mı? Bu konu üzerinde düşünürken, bir kez daha derinlemesine bildiğimiz ile meslekten kişiler olarak fiilen girişmeye hazır olduklarımız arasındaki uçurumla karşı karşıya geliyoruz HIV'e karşı insan haklarına dayalı bir savaşım yaklaşımı, önümüze birçok nedenle zorluklar çıkartacaktır. Her şeyden önce Kamu Sağlığı'nda biyomedikal terimlerle düşünmeye, uzmanlığımıza saygı gösterilmesine ya da en azından kabul edilmesine alışmışız.
Dolayısıyla sorun insan hakları ve insan onuru terimleriyle ortaya konulduğunda her toplumda bu hedefe yönelik çaba harcayan birçok grup ve kişi ile eşit olarak çalışmamız gerekiyor.
İnsan hakları dili, herkesin erişebildiği bir dildir ve her ne kadar bizim özel katkımız aşikar olsa da "insani" bir düşünce biçiminin kullanımı sorun konusunda bizim ayrıcalıklı konumumuzu ya da "sahiplik" duygumuzu ortadan kaldıracaktır.
İkinci olarak, genel olarak toplumlar ve özel olarak hükümetler derinlemesine nedenler yerine, hasatlığın, özgürlüğün ve erken ölümün yüzeysel tezahürleriyle uğraşmayı yeğleyerek analizimize var güçleriyle direneceklerdir. Toplumlar analimizden tehdit edildikleri duygusunu edinebilir ve buna karşılık bizler de verilerimizi AIDS'in dışlanmış topluluklarda büyük oranda etkili olduğunu kanıtlamak üzere kullanmalarından ve bu verileri hatayı kurbanlara yıkmak için çarpıtmalarından ve dolayısıyla HIV/AIDS'in önlenmesi ve tedavisine ayrılmış finansal ve diğer destekleri azaltmalarından korkabiliriz.
Bütün bu meydan okumalara yanıtımız, insan hakları düşüncesinde yatar; Toplumlar olarak bu hakları koruyup geliştirmek zorundayız. Sağlık alanındaki meslek mensupları olarak dayanışma ihtiyacının toplumsal kavranış hareketine özgül ve önemli bir katkıda bulunabiliriz: Bir yurttaşın sağlığı, bir diğerini bir topluluğunki bir diğerini ya da bir anakaranınki, bir başkasını derinlemesine etkileyebildiğinden, bir kişinin haklarına saygı gösterilmemesi hepimizin hakları açısından bir tehdit oluşturur.
Bu hedefler kolay erişilebilir değildir. Fakat geleneksel ya da en azından son yıllarda AIDS'e karşı savaşımda Kamu Sağlığı'nda umutsuz bir biçimde eksik olan bir şeyi sağlamaktadır. Bir anlam. İnsan haklarıyla ilişki. Kamu Sağlığı'na yeniden yaşam bulma potansiyeli sunmaktadır.
Çünkü Kamu Sağlığı, bir biçimde, kendi köklerini yitirmiştir. Her ne kadar değerlendirmeler yapma konusunda teknik yeteneklerini muazzam ölçüde geliştirmişse de bu değerlendirmeyi niçin ve nerede kullanmak üzere yaptığı konusundaki berrak görüşünü kaybetmiştir.
Mesleki jargonu kullanacak olursak "P" değerleriyle aşırı uğraşırken, bizzat veriler üzerinde yeterince durmuyoruz. Uzmanlığımızı insan hakları düşüncesinde ekleyerek, hem derin nedenleriyle, hem de patolojik ifadeleriyle hastalık, sağlık, özürlülük ve erken ölüm terimleri ile eş zamanlı olarak nasıl mücadele edeceğimizi öğrenebiliriz.
Bu, Kamu Sağlığı çalışmasına çoğu zaman eksik kalan stratejik bir tutarlılık sağlayabilir ve bizlere göğüs kanseri, çocuklara kötü muamele, şiddet, kardiovasküler hastalıklar, MST'ler uyuşturucu bağımlılığı ve kazalar gibi değişik sağlık sorunlarını daha üst bir ortak ilgi düzeyinde birbirine bağlamanın yollarını bulmaya yardımcı olur.
Böylece geriye dönüşü olmayacak bir eşiği atlamaktayız. Şimdi biliyoruz ki AIDS bir virüsten çok toplumla ilgilidir ve bizleri bekleyen meydan okumanın bilincinde olarak, geriye dönüp bakmak ve üzerinde düşünmek konusunda bir an tereddüt etmemiz normal gözükmektedir. Çünkü ileriye doğru yürümek için kendi kendimizle, kendi statükomuzla, kendi kararsızlarımızla çarpışmak zorundayız.
Bu derin değişiklik, tedavi terimleriyle Kamu Sağlığı'nın düşünce tarzında ne getiriyor? Bu uzun giriş elbette bir girişten ibaret değil. Uzun uzadıya önleme ve denetim yerine tedavi ve destekten söz edebilirdik. Eğer tedavi edenlerdenseniz, topluluklar içinde kişilere tedaviyi örgütleyen, planlayan, yaşama geçiren ve değerlendiren kişilersinizdir.
Yeni bir Kamu Sağlığı, hem ivedi ihtiyaçları, hem de derinde yatan nedenleri yöneltmeye yönelik bir Kamu Sağlığı gün yüzüne çıkmaktadır. Topluluklarda ve ülkelerde uygun olmayan tedavilerin derinde yatan kökleri nelerdir? Bunun yanıtını biliyorsunuz.
İhtiyaç içindeki insanların tedavi görmesinde ve yardım almasında topluluksal düzensizliğin karışıklığın ya da tutarsızlığın derinde yatan nedenleri nelerdir? Bir kez daha yanıtı biliyorsunuz; yeter ki sizler, bizler, konuşmaya ve harekete geçmeye cesaret edelim.
"Deneyimle ve çalışmayla çelikleşmiş iç hakikatlerimizi global gerçeklere bağlamak"
Elbette güçlüyüz! Ve inançlıyız! Güçlüyüz ve inançlıyız, çünkü ilk kavrayış günlerimizden buluşlara, başarı ve başarısızlıklara ve geçtiğimiz on yılın kayıplarına kadar yolumuz sahici bir yoldu. Şimdi devam etmeliyiz, bizleri bekleyen geniş yeni topraklara, daha uzaklara gitmeliyiz.
Deneyimin ve çalışmanın çelikleştirdiği iç hakikatlerimizi global gerçeklere bağlamak: İşte belki de kendimizi ve dünyamızı dönüştürmenin yolu budurç Bizim zamanımızın tarihi yazıldığında, bizim en büyük katkımız bir karmaşa ve umutsuzluk çağında insanın gerçek ve sürekli refahı görüşü doğrultusunda inancımız ve pragmatik çalışmamız olacaktır: İnsanın acılarına karşı anlayışla ve dayanışmayla hep birlikte yürüttüğümüz çabalar olacaktır. Sonuç olarak bir umuda, dolayısıyla kendimize ve her birimize, dünyamıza güvene dayalı bir görüşe katkımız. (JMM/NM)
* Jonathan M. Mann'ın yazısı, HIV/AIDS bulaşmış kişilerin hastane dışı sorumluluklarının üstlenilmesi konusunda 24 Mayıs 1995'de Montreal, Kanada'da düzenlenen 2.uluslararası konferansı açılış konuşmasıdır.