28 Nisan 2009, Salı
Demokratik Toplum Partisi Eş-Başkanı Sn. Ahmet Türk’ün, Haftalık Olağan Grup Konuşması
Değerleri Arkadaşlar,
Değerli Misafirler,
Değerli Basın Emekçileri ve Bizleri Televizyonları Başında İzleyen Demokratik Türkiye Kamuoyu,
Türkiye demokrasisinin, yine tarihi bir sınavla yüz yüze olduğu kritik bir dönemden geçiyoruz. Bu sınavın iki sorusu var: Adil ve demokratik bir düzende kapsayıcı bir yurttaşlık mı? Yoksa, tek-tipçi ve otoriter düzene devam etmek mi?
Evet, ağırlıklı olarak bu konuya odaklanacağım konuşmama başlamadan önce, partimizle sürekli olarak dayanışma içinde olan Barış Meclisi üyeleri, çok değerli aydınlar ve yoldaşlar da aramızda bulunuyorlar. Hepinize hoş geldiniz diyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Değerli Arkadaşlar,
İktidarın ve bir bütün statükocu sistemin-yargısıyla-askeri-polisiyle,-bürokrasisi ve medyasıyla, partimize dönük olarak başlattığı saldırı dalgasını, sizlerin huzurunda bütün Türkiye demokratik kamuoyu ile paylaşmayı, tarihsel bir sorumluluk olarak değerlendiriyorum.
Yapılan son operasyonlarla, en yakın çalışma arkadaşlarım da içinde olmak üzere 300 civarında parti üyemiz gözaltına alınmış, 100’ün üstünde kişi tutuklanmıştır. Bu saldırı furyası hala da devam etmektedir. Hiçbir hukuki dayanağı olmayan, hiçbir akıl-izan ölçüsüyle açıklanamayan bu operasyon furyasının nedenleri gün gibi açıktır. Günlerden beri, kamuoyu ile paylaştığımız gibi, bu operasyon siyasi bir operasyondur ve dört temel nedeni vardır.
Birinci neden; Demokratik Toplum Partisi'nin yerel seçimlerde, Bölge’de oyunu ikiye katlayarak birinci parti çıkması ve 99 belediye kazanmasının hazmedilememesidir. Konu Kürt sorunu olunca, AKP ile siyaseti vesayet altında tutan kesimler, sorunun demokratik ve barışçı bir yoldan çözülmemesi ve çözümsüzlüğü esas alan seksen yıllık politikanın sürdürülmesi için daha önceden vardıkları uzlaşıyı, bu şekilde devam ettiriyorlar.
İkinci neden; PKK'nin seçimden sonra yaptığı açıklamadır. PKK, "Kürt halkı seçimlerde DTP'yi destekledi. Biz, bu desteği önemsiyoruz. Barışçı çözümün önünü açmak için silahları 1 Hazirana kadar susturacağız" dedi. Olumlu bir gelişme olması halinde sürenin uzatılacağı mesajını da verdi. Daha üzerinden değil günler saatler bile geçmeden, savaş tamtamlarını çalmaya başlayanların neden endişelendiklerini görmek için, dahi olmaya gerek yok! Çünkü biliyorlar ki Kürt sorunu demokrasiyle çözülürse, Türkiye demokratikleşecek, AB üyeliği hızlanacak ve kendileri güç kaybedecekler. Bunu istemeyenler sorunun barışçı yoldan çözülmemesi için devreye girdiler.
Üçüncü neden ise: Türkiye’ye barışın egemen olması ihtimalidir. Kürtler; Türkiye, İran, Suriye ve Irak olmak üzere Ortadoğu'da dört parçada yaşıyorlar. Dört parçanın Kürt siyasetçileri, bu coğrafyada barış sürecini başlatma ve Kürtlerin demokrasi taleplerinin ne olduğu konusunda ortak bir karara varma konusunda arayış içindeler. Türkiye kurumsal statükosu, bundan rahatsız oldu.
Bütün bu barışçı gelişmelerin önünü kesmek için DTP'nin üstüne gidiliyor ve saldırı dalgası bu nedenle sürdürülüyor.
Dördüncü neden ise; DTP’nin Türkiye’deki demokrasi güçleriyle birlikte yürüttüğü ortak mücadele, birlik ve dayanışma girişimini engellemektir. Bildiğiniz gibi bu proje Çatı Partisi Girişimi olarak tanımlanmaktadır. Oldukça önemsediğimiz bu projenin hedefi, Türkiye siyaseti için olmazsa olmaz kabilinde gördüğümüz sol, sosyalist ve sosyal demokrat kesimlerin bir araya gelmesiyle Türkiye halkına yeni bir siyasi alternatifin sunulmasıdır.
Değerli Misafirler, Değerli Dostlar,
22 Temmuz 2007’ten tutalım 29 Mart 2009’a kadar, DTP’nin genel ve yerel seçimlerde elde ettiği sonuçlar, Türkiye demokrasisinin-birliği ve bütünlüğünün gelişmesi için, çağdaş bir uygarlık ölçüsüne ulaşması için çok değerli fırsatlar yaratmıştır. Fakat gelin görün ki, iki yıldan beri bu partiye yaşatılanlar ve hâlihazırda yapılması planlananlar, hiçbir demokraside görülmemiş düzeyde uygulamalardır.
Bakınız, DTP parlamentoda grubu bulunan, bu ülkenin dördüncü büyük partisidir. Bu ülkenin, en temel sorununu çözmek için olağanüstü bir fedakârlık örneği sergiliyor, barış ve demokrasi için siyaset yapıyor. Bir siyasi parti, böyle bir hizmeti devletin kendisine sunduğu bir bütçeyle, yani hazine yardımıyla yapabilir. İki büyük seçim geçirmemize rağmen, şimdiye kadar tek bir kuruş yardım almış değiliz. Cumhuriyet tarihinden buyana grubu bulunup da hazine yardımı alamayan tek parti DTP’dir. Bırakalım yardımı, devletin envayi-çeşit engelleme ve baskılarını göğüsleyerek bugüne çıkmış bir partiyiz.
Sayın Başbakan çıkıp diyor ki: “DTP belediyeleri, kendi bütçelerini hizmet için kullanmıyor da bilmem paraları nereye gidiyor?” Oysa, benim belediyelerim devletin en deneyimli müfettişlerine ayda iki kez A’dan Z’ye kontrol ettirilen belediyelerdir. Harcamalarıyla, yönetimiyle, hizmetiyle en şeffaf belediyeler, DTP’li belediyelerdir. Deniz Feneri bizde yok Sayın Başbakan! Yolsuzluğu bizde bulamazsınız! Bizde temiz ve şeffaf yönetimi görürsünüz. Zaten hedef alınmamızın bir nedeni de budur. Temiz siyaset, şeffaf yönetim. Şimdi zatıalinize sormak istiyorum, ben yüzde 80 oy aldığım bir ile tek bir parti bayrağı gönderecek parayı denkleştirememişim. Siz ve denginiz partiler ise, seçimlerde sadece İstanbul’da reklam gideri olarak 600 milyon TL para harcamışsınız. İstanbul, İzmir, Ankara ve Kocaeli toplamında bu rakam 2 milyar TL’ye ulaşmıştır. Bu rakamlar, İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın yapmış olduğu araştırma sonucunda ortaya çıkmıştır.
Belediyelerinizdeki rantın haddi hesabı ise yok. Hazineden aldığınız yardım tutarı belli. Yaptığınız harcama, hazine yardımını aşıyor. Peki bu paranın kaynağı ne? Çıkıp bunları kamuoyuna dürüstçe açıklamanız gerekir. Böyle yavuz hırsızlık yaparak mı, kendi suçlarınızı-yolsuzluklarınızı örtbas edeceksiniz? Bu halk her şeyi görüyor, her şeyi biliyor. Artık mızrak çuvala sığmıyor.
Bir diğer konu, bakınız, iki yıla yakındır, milletvekili arkadaşlarıma gelen fezlekeler had safhada. Kürtçe konuştuğumuz için, açılan dosyaların sayısını bile unuttuk. Aslında, 2004 yılında Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle, Siyasi Partiler Yasasının ilgili maddesi kadük hale geldi. Fakat sırf DTP için, bu şekilde yorumlanıyor ve uygulanmaya çalışılıyor.
Bunlar gibi onlarca engellemeler ve bastırma politikaları, düzenli bir şekilde devam ettiriliyor. Hükümet, sözümona Anayasa değişikliği yapmaya hazırlanıyor ve güya ülkeyi bir ayıptan kurtarmak için, , “Türkiye Milletvekilliği” adı altında, adil bir siyasi temsil modeli oluşturacağını ileri sürüyor. Seçim barajına ise dokunmuyor. Bildiğiniz gibi, Yüzde 10’luk seçim barajıyla, dengimiz olan demokrasiler arasında son sıradayız. Bu yaklaşımla, AB’nin kenarından bile geçemeyiz, herkes biliyor. Barajı yüzde 3, yüzde 5 gibi makul sınırlara çekmiyor, onun yerine Türkiye milletvekilliğini getirmeye çalışıyorsunuz. Bilindiği üzere Türkiye Milletvekilliği’ni öngören düzenleme Çiller döneminde de gündeme getirilmiş, Anayasa Mahkemesi ise “ayrımcılığa yol açacağı gerekçesiyle” reddetmişti. Şimdi aynı düzenlemeyi bir kez daha gündeme getirmek ne anlama geliyor? Çok masum ve çok adil bir reform paketi gibi sunulmaya hazırlanan bu değişiklik, aslında DTP’yi bir dahaki seçimde grup bile kuramayacak hale getirmek için tasarlanan bir siyasi tuzaktır. Halk iradesinin parlamentoya yansımasının yolu Türkiye Milletvekilliği’nden değil, seçim barajının en az yüzde 5’e düşürülmesinden geçmektedir. Kaldı ki grubumuzun geçen yıl verdiği bu yöndeki kanun teklifi de halen gündeme alınmayı beklemektedir. Eğer samimiyseniz kanun teklifimizi gündeme alır ve parlamentodan geçirirsiniz. AKP’nin bu derin oyunlarını, buradan ifşa ediyorum-deşifre ediyorum. Demokrasiden nasibini alamamış bu yönetimin derin tezgâhlarını, kamuoyunun ve demokratik muhalefetin takdirine bırakıyorum.
Değerli Arkadaşlar
AKP Hükümeti’nin devreye koyduğu topyekün saldırı konseptinin hedefi sadece partimiz, yönetici ve üyelerimizle sınırlı değildir. Halkımız da yediden yetmişe bu saldırı dalgasının en önemli hedefi konumundadır. Son dönemlerde yaşananlar bir bütün olarak ele alındığında, topyekün saldırının bir program dahilinde devreye konulduğu açıkça görülecektir. Öyle ki; seçim sonuçlarını hazmedemeyen AKP iktidarı, halkımızı da açıkça hedef almış durumdadır. Ağrı’da seçim sonuçlarına itirazın reddedilmesini protesto eden halkımıza, milletvekillerimize AKP’nin emrindeki güvenlik güçlerinin nasıl kin ve nefretle saldırdığını bütün kamuoyu izledi, gördü. Ağrı’nın ardından bu kez Şanlıurfa’da kutlama yapmak isteyen kitleye saldırıldı ve iki gencimiz katledildi.
İktidar bu olayları önlemek ve gerekli tedbirleri almak şöyle dursun, tam tersine güvenlik güçlerini cesaretlendirici bir tutum izlemiştir. Merkezi otoritenin gücünü arkasında hisseden güvenlik güçleri, müdahalelerini öyle bir boyuta taşımıştır ki, vahşet derecesine varan saldırılar küçücük çocuklara kadar uzanmıştır.
Türkiye’nin her tarafında çocuk bayramı olarak kutlanan 23 Nisan, Hakkâri’de deyim yerindeyse tam bir vahşete sahne olmuştur. Savaş meydanlarında düşmana bile yapılması yasaklanan bir uygulama 14 yaşındaki bir çocuğa reva görülmüştür.
Bu yaştaki bir çocuğun kafasına dipçikle vurularak öldüresiye dövülmesi ne anlama gelmektedir? Bu, Kürt halkına karşı beslenen kin ve düşmanlığın açık bir ifadesidir. Bu, Filistinli çocuğun kolunu kıran İsrailli askerin görüntüsünden farklı değildir. Bunca yaşananlardan sonra yetkililer, olayın münferit olduğunu ileri sürmektedir. Hayır! Bu münferit bir olay değildir. Bu yaygın ve sistemli bir uygulamadır ve bir devlet politikası olarak yürürlüktedir. Bundan birkaç yıl önce 12 yaşındaki Uğur KAYMAZ 13 kurşunla öldürüldü. Geçen yıl, yine Hakkari’de 13 yaşındaki bir çocuğun kolu kameralar önünde polislerce kırıldı. Bunun neresi münferittir?
Nitekim, olayı protesto amacıyla toplanan kitleye benzer şekilde müdahale edilmiş, yine gaz bombaları kullanılarak, milletvekillerimizin de aralarında bulunduğu çok sayıda kişiye kötü muamelede bulunulmuştur.
12 Eylül’de bizlerin kafasına vurulan dipçik darbeleri şimdi de çocuklarımızın başına indirilmektedir. Çocuklarımız darbe dönemlerinde olduğu gibi toplu tutuklamalarla cezaevlerine atılmakta, onlarca yıl ağır hapis cezalarıyla yargılanmaktadır.
İşte bu, Türkiye’nin değişmeyen fotoğrafıdır.
İşte bu, Kürtler açısından Ergenekon’un bitmediğinin açık bir ifadesidir.
İşte bu, güya Türkiye’yi sivilleştirdiğini iddia eden AKP’nin militarizmle-polis devleti ile bütünleşen fotoğrafıdır!
Orada küçücük bir çocuğu öldürmek için işkence yapan o güvenlik görevlisi şundan emindir; o çocuk nasıl olsa taş atan bir Kürt çocuğudur ve ölse bile kıyamet kopmayacaktır. Nasıl olsa Başbakan ve İçişleri Bakanı arkasındadır. Nasıl olsa o çocuk terörist ilan edilmiş bir halkın çocuğudur ve her türlü cezayı çoktan hak etmiştir!
Apaçık ortadadır ki; bu güvenceler içinde bölgede görev yapan güvenlik görevlileri kamu görevi yapmak yerine düşmanla mücadele eder gibi halka karşı bir savaş yürütmektedir. Kürtler ne yazık ki 80 yıldır devleti copla, işkenceyle tanıdılar, bu gün de durum farklı değildir.
Hakkâri’de kafası dipçikle parçalanmak istenen 14 yaşındaki bir çocuk değil, Kürt Halkının iradesi ve beynidir. Bu olayın, grubumuzun İçişleri Bakanı hakkında verdiği gensoru önergesinin görüşülmesinden iki gün sonra yaşanması da manidardır. Biz önergemizde son iki yılda toplumsal olaylarda ve dur ihtarlarında yaşanan 62 ölüm olayını ve İçişleri Bakanı’nın bu ölümlerdeki sorumluluğunu gündeme taşıdık. 62 kişi ölmesine rağmen sorumluların yargılanıp cezalandırılmamasının bu tür saldırıları meşrulaştırdığını ve güvenlik görevlilerini adeta cesaretlendirdiğini söyledik, hükümeti uyardık!
Bakan ne dedi? Kürsüye çıktı, kendisini ve emrindeki güvenlik güçlerini savundu. “Yanlış yapıldı” diyemedi. Özür dilemedi. Bu durumdan cesaret alan güvenlik görevlileri de 23 Nisan’da o vahşeti gerçekleştirdi. Eğer İçişleri Bakanı bu cesaret vermemiş olsaydı, o çocuğun başına bunlar gelir miydi? Bu olay başka bir ülkede yaşansaydı sorumlu Bakan onurlu bir biçimde istifa ederdi. Ama ne yazık ki “işkenceye sıfır tolerans” diyen bu hükümet, açıkça işkenceyi, işkencecileri ve yargısız infazları tolere etmektedir.
Ve ilginçtir Davos’ta İsrail Devlet Başkanı’na “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyen bir Başbakan kendi ülkesindeki çocukların başına gelenler karşısında üç maymunları oynuyor. Buradan bir kez daha Sayın Başbakan’ı Kürtlerden ve çocuklardan özür dilemeye çağırıyoruz. 2005’te Diyarbakır’da “Büyük devletler hatalar yapabilir. Ama önemli olan bu hatalarla yüzleşebilmektir” diyen Sayın Başbakan’ı Türkiye’deki Filistin gerçeğiyle yüzleşmeye çağırıyoruz.
Bu trajedinin hukuki açıdan hesabını soracak, tıpkı çocukları tutukladıkları gibi bu polisleri de tutuklayacak cesur savcılar ve yargıçlar çıkar mı bilmiyorum, ama bizlerin DTP olarak bunun hesabını AKP’den sormak için demokratik ve meşru mücadelemizi sürdüreceğimizden hiç kimsenin kuşkusu olmasın! Mahkemelerde ağır cezalarla yargılanan çocukların biran önce özgür bırakılmasını istiyoruz. Çocukların yargılanmaması için Meclis Başkanlığı’na sunmuş olduğumuz kanun teklifinin de biran önce gündeme alınması ve yasalaştırılmasını istiyoruz. Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik öngören bu teklifimiz yasalaşmazsa eğer, çocukları cezaevine atan Türkiye bu ayıbından asla kurtulamayacaktır.
Değerli Arkadaşlarım,
Geçtiğimiz yıl bu zamanlar, bu kürsüden konuşurken yine aynı sorunları dile getiriyorduk. Aradan bir yıl geçti, ama değişen bir şey yok. Anti demokratik uygulamalar, düşünce özgürlüğüne dönük engellemeler, işkence, yargısız infaz ve Kürt sorununda yaşanan çatışmalı ortam Türkiye’nin gündemindeki yerini ve önemini korumaya devam ediyor.
Türkiye, AKP iktidarıyla ne demokratikleşmede, ne sivilleşmede, ne ekonomide, ne de çetelerle mücadelede bir arpa boyu dahi mesafe alabilmiş değildir. Tam tersine geriye doğru bir gidiş söz konusudur. Türkiye’yi içe kapatan milliyetçilik ve şövenizm giderek yaygın bir hal almaktadır. Toplumsal barışımız tehdit altındadır.
Bütün bunlar elbette ki Kürt sorununun çözümsüzlüğünün bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer çatışmalı ortam sona erdirilemezse ne yazık ki; Türkiye içine girdiği bu şiddet ve milliyetçilik sarmalından kurtulamayacaktır.
Şimdi Türkiye’nin önünde bir kez daha önemli bir fırsat bulunmaktadır. Yaşanan bunca saldırı ve provokasyona rağmen PKK’nin 1 Haziran’a kadar uzattığını açıkladığı eylemsizlik kararı devam etmektedir. Bu umut verici ve sevindirici bir gelişmedir. Bu, aynı zamanda DTP’nin seçimlerdeki yükselişiyle oluşan ve asla heba edilmemesi gereken önemli bir fırsattır. 1993’te, 1995’te, 1998’de ve yine 1999-2004 arası süreçlerde Türkiye, silahların sustuğu ortamların doğurduğu bu çok değerli fırsatları heba etti. Devlet ve dönemin iktidarları, çözümü değil şiddeti derinleştirdi. Birbiri ardına operasyonlar yapıldı, her türlü askeri yöntem denendi. Yetmedi, ABD’nin ve diğer uluslar arası güçlerin de desteği alındı ancak, Kürt sorunu savaş politikalarıyla çözülemedi. Halkın talepleri bastırılamadı.
Bugün itibariyle artık bu tür seçeneklerin hepsi tüketilmiştir. Geriye denenmemiş tek bir seçenek kalmıştır. O da, sivil, demokratik ve barışçıl yöntemdir. Diyalog kanallarının açılmasıdır. Demokratik siyaset bugün Kürt sorununun çözümü için yegâne araç durumundadır. Sözde kabullerle, sınırlı adımlarla bu sorunu ötelemenin, çözmenin mümkün olmadığı çok açık ortadadır.
Bir kez daha uyarıyoruz: Seçim sonrası başlattığınız operasyonlar ve baskılar ile halkın iradesini teslim alacağınızı ve bu şekilde çatışmalı ortamı sürdüreceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Çatışmalı ortamda ısrar ederseniz, duygusal kopuşa yol açar ve bunun sonucu olarak Kürtleri kaybedebilirsiniz.
Eğer bu ülkeyi acı ve gözyaşından, savaş ve çatışma ortamından kurtarmak gibi bir irade ve politikanız varsa; o halde gelin tarihi bir diyalog sürecini başlatalım. Biz her zamankinden daha fedakâr-daha yapıcı bir tutumla ve Türkiye’nin geleceği adına duyduğumuz büyük sorumlulukla her şeye rağmen barış ve diyalogda ısrarcıyız.
Bütün Türkiye kamuoyu huzurunda, Sayın Başbakan’a görüşme çağrısı yapıyoruz. Gelin, konuşalım, bu sorun nasıl çözülür, kim ne kadar ne yapabilir? Gençlerimizin ölmemesi için, demokrasi ve kalkınma için, ortaya nasıl formüller koyabiliriz? Bunları tartışalım, Meclis’te bir insiyatif ortaya çıkaralım. Bu parlamentonun, rüştünü kanıtlaması için bir imkân yaratalım. Vesayet altında olmadığını, gerçek bir demokrasiye doğru gittiğini herkese gösterelim.
Evet, bu çağrımızı ve görüşme talebimizi resmi olarak da Sayın Başbakan’a bugün ileteceğiz. Süreç konusundaki kaygılarımızı ve çözüm önerilerimizi kendisiyle paylaşmak istiyoruz.
Değerli Arkadaşlar,
Demokratik ve adil düzenler, uğruna verilen emek ödenen bedellerle kurumsallaşıyor. Ülkemizde demokrasi ve özgürlük için ödenen bedeller, inanıyorum ki, gelecekte “Türkiye nasıl özgür ve adil bir ülke haline geldi?” sorusuna en büyük cevap olacaktır.
Bu bedellerden en büyüğü de, emek ve dayanışma için verilen mücadelenin bedelleridir. Yaşanan onca ölümler ve katliamlardan sonra, 1 Mayıs en nihayetinde, resmi bayram olarak kabul edildi. 1 Mayıs’ı emek ve dayanışma bayramı yapan, sizlerin mücadelesidir, sizleri kararlılığıdır. Bu iktidarın, bütün engellemelerine ve emek kesimini örgütsüz bir hale getirme çabalarına rağmen, kararlı ve cesur duruşuyla, her yıl 1 Mayıs’ta alanlara çıkan milyonlarca emekçinin zaferidir.
Daha adil, daha eşitlikçi ve daha özgürlükçü bir Türkiye için, sendika ve meslek örgütlerimizin düzenlediği tüm etkinliklere katılmak ve desteklemek, en temel parti politikamızın başında gelmektedir. Sınıf çelişkisinin derinleştiği bir ülkede demokrasiden ve özgürlükten bahsedilemez.
1 Mayıs’ta hep birlikte, DİSK’le-KESK’le-TMMOB’la-TTB ile Taksim’de olacağız. Emeğin ve özgürlüğün sesini Taksim’de duyuracağız. Hükümet, bin-bir çeşit yolla Taksim’i emekçilere kapatmaya çalışıyor. Her yer serbest ama Taksim yasak! Taksim’e çıkacak olan kitleler ile ülkemin dört bir yanında bu emek bayramının kutlayan kitleler arasında ne fark var? Bu soruya cevap veremiyor. Adeta yeri-mekanı cezalandırıyor. Valisi-emniyet müdürüyle, günlerden beri Taksim’i engellemek için manipülasyonlar provakasyonlar peşinde koşuyor.
Bütün bu yapılanları bir arada düşündüğümüz zaman, İstanbul Emniyeti’nin dün yaptığı operasyonun, 1 Mayıs’ı gölgelemek ve şimdiden töhmet altında bırakmak için yapıldığı apaçık ortaya çıkıyor. Sansasyonel söylemler ve medya görüntüleri üzerinden, İstanbul’u bir güvenlik çemberi içine almaya çalışan bir hükümet ile karşı karşıyayız.
Küresel ekonomik krizin yaşandığı bir dünyada, Türkiye’de reel sektörün adeta çöktüğü ve doğru düzgün hiçbir önlem paketinin alınmadığı bir ortamda, emek kesiminin taleplerini dile getireceği bir gün kriminalize edilmeye çalışılıyor. Buna izin vermeyeceğiz. Hep birlikte Taksim’de olacağız.
Şimdiden, tüm yurttaşlarımızın emek ve dayanışma günü olan 1 Mayıs Bayramını kutluyorum. Sözlerime burada son verirken, hepinize en içten sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
KÜRT SORUNU
Ahmet Türk'ün Grup Toplantısındaki Konuşmasının Tam Metni
Türk, DTP'li belediyelerde iddia edildiği gibi yolsuzlukların yaşanmadığını söyledi ve Deniz Feneri davasını hatırlattı. Türk 1 Mayıs'ta Taksim'de olacaklarını da duyurdu.
ilgili haberler
Hak odaklı, çok sesli, bağımsız gazeteciliği güçlendirmek için bianet desteğinizi bekliyor.