1990'da Kürtçe müzik kaseti yayınlanması üzerindeki yasağın kalkmasından sonra bir gazeteci grubuyla gittiğim Diyarbakır'da, ulaşımımıza ayrılan otobüste Şıvan Perver'in "Kirivo" (Kirve) adlı kasetini dinlemiştim. Kasetin Halepçe için bestelediği şarkısında Şıvan Perver, Kürt ulusal müziğini uluslararası alana taşırken edindiği deneyim ve kültürüyle en yüksek perdeden "fermane, fermane" diye çığlık atıyordu.
Şıvan Perver'in şarkıyı söylerken sesi, bir şarkıcının çıkarabileceği en acı sesti.
Birkaç gün sonra, hazır Diyarbakır'a gelmişken bir yıl yatılı okuduğum Diyarbakır Anadolu Lisesi'ni de görmek istedim. Diyarbakırlı bir gazeteciyle okula gittik.
Dur emrine uymadı!
Dönüşte, Şehitlik semtinden geçerken bir evin önündeki kalabalık dikkatimizi çekti. Sessizliklerinden evin cenaze evi, oradakilerin de başsağlığı dilemeğe gelmiş kişiler olduğunu anladık.
Uzaklaşmayı düşünürken evin önündeki otomobil dikkatimi çekti. Ön camında kan lekeleri vardı ve dikkatlice baktığımda arka camında da kurşun deliği olduğunu fark ettim.
Arkadaşıma o eve uğramak istediğimi söyledim. Gittik, başsağlığı diledik. Olayı anlattılar: Evin oğlu, arabayı kullanırken bir askeri barikatta durmuş, "geç" demişler, uzaklaşırken de ateş etmişler. Arabayı kullanan başından aldığı kurşunla olay yerinde ölmüş. Yanındaki ise gözaltına alınmış. Ölenin ailesi, olayı, gözaltına alınan gençten öğrenmiş. Resmi açıklama, "Dur emrine uymadı" olmuş.
Yumruk atan ağıt
Arkadaşım, Diyarbakır'da yaşadığı için böyle ölümlere ve böyle ölümlere ilişkin gönderdiği haberlerin yayınlanmamasına alışkın, "Bir an önce gidelim" der gibi bana bakıyordu.
Ben, bu türden haberlerdeki ilgisizliği bilmediğim için arkadaşımın bakışları anlamazlığa gelerek ölenin ağabeyine, olayın detaylarını, adları, araca ateş edilen yeri anlattırıp not ediyordum. Olayı bir de OHAL Bölge Valiliği'ne sorup, resmi açıklamayı da aldıktan sonra haberini yapmayı düşünüyordum.
Bilgileri aldıktan sonra otomobilin fotoğrafını çekerken evden bir ağıt yükseldi. Bir kadın, bence ölenin annesi, insan sesinin en acı notalarını peş peşe sıralıyordu. Otobüste dinlediğimiz Şıvan Perver'in ağıdı gibiydi. Aynı acılıkta, insanın içini titreten, boğazına bir yumruk oturtan bir ağıt.
Annem kırmızı bantla
1993'te ağabeyimi kaybetmiştik. Elinde silah olmadan, jandarmalar tarafından yakalanmış ve öldürülmüştü. İki gün sonra haberimiz olmuştu. Gittiğimizde çoktan jandarmalar tarafından öldürüldüğü Silifke'de toprağa verilmişti.
Gidip, çıkarılan bütün bürokratik engellere rağmen gömüldüğü yerden çıkarttık, Osmaniye'ye götürdük. Gece, evimizin bahçesinde beklettik.
Ev kadını olan annem, biz çocukken mutfakta şarkı söylerdi. Bütün anneler gibi sesi güzeldi.
Ağabeyimin cesedinin bulunduğu tabut, bahçemizde konduğu yerde dururken annem, başına bağladığı kırmızı bantla bir ağıda başladı. Çocukluğumuzda şarkı söyler gibi güzeldi sesi.
Ama bu kez gırtlağını parçalarcasına feryat ediyordu. Annemin ağıdındaki sözlerini dinlemedim, ne söylediğini duymak, anlamak istemedim. Ama ağıdı, Şıvan Perver'in ağıdıyla, Diyarbakır'da gittiğim evdeki kadının ağıdıyla aynıydı. Aynı notalarla söylüyordu. Aynı perdeden, aynı duyarlılığa dokunuyor ve aynı şiddetle insanın içini titretiyordu.
Oğlunun şahâdet müjdesi
1994 veya 95 yılıydı. Fatih'te kameraman arkadaşımın evine gitmiştim. Gazeteciliğe başladığım yıllarda muhabirlik yapıyordu ve o zaman tanışmıştık. Aradan geçen sürede evlenmişti ve karşılaşınca beni evine çağırmıştı. Gittim. Yemekte ve sonradan içkiyi fazla kaçırınca orada kaldım.
Ertesi sabah uyanmakta geciktik. Ayaküstü kahvaltı yaparken apartmanda canhıraş bir feryat koptu. Ne oluyor diye kapıya gittiğimizde karşı dairenin kapısında bir polis memuru gördük. Kapı açıktı ve yerde orta yaşı biraz geçmiş bir kadın çırpınarak yatıyordu.
Arkadaşım, polise ne olduğunu sordu. Polis, "Oğlunun şahâdet müjdesini verdim. Fenalaştı" dedi. İlk anda polisin söylediklerini algılayamadım... Polis memuru, hiçbir sakinleştirme çabasına girmeden, kadının askerdeki oğlunun ölüm haberini söylemişti.
Polis memurunun "Şehitlik" bile olsa ölümün geride kalanlara acı vereceğini düşünememesi, biraz yaptığı işe alışmış olma haliyle biraz şahâdet mertebesine yüklediği anlamın yüceliği ve böyle bir ölümü doğal kabul etme mantığıyla açıklanabilirdi.
Ama oğlunun öldüğünü öğrenen anne, ne ölümün kutsanmasına aldırıyordu ne de cennetlik olmasına oğlunun... Bir süre sonra bütün apartmanı inleten, titreten bir ağıda başladı. İçe işleyen bir ezgiyle oğlunun okuduğu okulu, göz koyduğu kızı, askere gidişini, mektuplarının kesilmesini anlattı bir çırpıda...
Genizden gelen ses
Birkaç ay önce Adana'daydım. Türkiye'nin Güney, Güneydoğu ve Doğu bölgelerinin en büyük hastanesi Çukurova Üniversitesi Hastanesi'nin Acil Servis kapısında, bir ay önce kaybettiğim babamın hastalığı nedenle bekliyordum.
Uzaktan bir siren sesi duyuldu. Ses giderek yakınlaştı ve bir cankurtaran, hızla servisin kapısına yanaştı. Telaşlı birkaç kişi araçtan çıkardıkları sedyeyi hızla kapıdan içeriye soktular.
Aradan bir-iki dakika geçmeden sürati nedeniyle çok gürültü yapan ve dikkatimi çeken bir özel otomobil, sert bir frenle cankurtaranın arkasında durdu. İçinden birkaç kişi indi. İnenler, sedyenin sokulduğu kapıya yöneldi ve içeri girmek için hamle yaptı.
Hasta-yaralı yakını olduğunu düşündüğüm kişiler güvenlik görevlileri tarafından durduruldu ancak aralarından bir kadın, diğerlerinin aksine girmek için ısrarlıydı. Başı örtülü, 45-50 yaşlarındaki kadın, kapıya yaklaşırken güvenlik görevlisi tarafından kolundan yakalandı. Ailenin erkek üyeleri, geri adım atmayan kadını alıp giriş kapısının karşısındaki banklara adeta sürüklediler.
Tükçe, Arapça ve Kürtçe
Bir süre sonra içeriden çıkan bir görevli, "Antakya'dan gelenler kimler" diye bağırdı. Bütün aile kapıya yaklaştı. Görevli alışkın sözcüklerle bir şeyler söyledi ve geri döndü içeriye girdi. İlk şaşkınlığı atan kadın, ölüme karşı elinden gelen tek şeyi yapmağa; ağıda başladı.
Acı dolu bir sesle söylüyordu. Merakımdan, söylediklerini duyabilmek için yaklaştım, Türkçe değildi. Önce Kürtçe olduğunu düşündüm ancak vurgulamalarından Arapça olduğunu anladım. Genizden, gırtlağın en derinlerinden çıkan ses, insanın içini acıtıyordu. Çukurova'nın göğüne yükselen ses, bir annenin oğluna, oğlunu yitirişine feryadıydı.
Annem ve ölen askerin annesi Türkçe, Diyarbakır'daki anne ile Şıvan Perver Kürtçe okuyordu. Adana'daki annenin ağıdı ise Arap'çaydı. Ama üç farklı dilden olmasına rağmen bütün ağıtlar aynıydı. Aynı notalarla, aynı çığlıklarla, aynı acılarla okunuyordu.
Amerika'nın savaşı yeni ağıtlar yaratacak. (ŞE/NM)