Bu soru önem taşıyor. Çünkü, Irak'a "özgürlük ve demokrasi" götürmek iddiasıyla bu ülkeyi işgal eden Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve İngiltere'nin "imajı"nı yerle bir eden bu fotoğrafların; çekilme biçimine, açılarına ve alındıkları ortama bakıldığında, gizli kaydedilmediği anlaşılmaktadır. Aksine, poz verildiği, dahası poz verenlerin fotoğrafları çekenleri tanıdıkları, onlara güvendikleri ve aleyhlerine kullanılmayacağını düşündükleri izlenimini oluşturmaktadır. İşkencecilerin objektiflere bakmaları, dahası utanmazca sırıtmaları bu tezi güçlendirmektedir. Ve yine görüntülerden anlaşılmaktadır ki, bu fotoğrafları çekenler, büyük bir olasılıkla işkencecilerin suç ortakları ve arkadaşlarıdır.
Fotoğrafların sızacağı belli miydi?
Daha da önemlisi; bu fotoğraflar, sanki çekildiği andan itibaren "sızdırılmak" amacıyla kaydedilmiş, hiçbir itiraza yer bırakmayacak şekilde netlik sağlanmış ve uygulamanın (işkencenin) sistematik olduğu vurgulanmak istenmiştir. Tersini düşünmek, Ebu Garib hapishanesinde, değişik tarihlerde çekilen bin fotoğrafın "hatıra" amacıyla çekildiğini ve olayın "kahramanlarının" ileride bu "zafer" deki rollerini çocuklarına göstermek istediklerine inanmamız gerekir.
İşte tam da burada, "kim" ve "neden" sorularına yanıt vermek gerekiyor. Bazı kaynaklara göre -ki bunlar gazetelere yansıdı- bu fotoğraflar Amerikan askeri istihbaratı tarafından ya da onun emriyle çekilmiş. Bir istihbarat örgütü, böyle fotoğraflar çekiyorsa, ajanların deklanşörlerine albüm yapmak için basmadıkları açıktır. Belli ki, bunlar bir siyasi amaç için kullanılmak istenmiştir.
Bedeli çok ağır değil mi?
Şimdi düşünelim; önümüzde duran şey, bütün dünyada Batı uygarlığının sorgulanmasına yol açan, adeta kutsal bir görev gibi sunulan "özgürlük ve demokrasi taşıyıcılığı" iddiasını buharlaştıran, ABD barbarlığını hiçbir itiraza yer bırakmayacak şekilde sergileyen belgelerdir. Yani, önümüzdeki tablonun yarattığı tahribat, "kitle imha silahları" yalanından daha ağırdır.
Dolayısıyla, böylesine ağır sonuçlara yol açan bu fotoğraflar, vicdan azabı çeken iyi bir Amerikalı asker tarafından sızdırılmış olamaz. Böyle askerlerin varlığı kuşkusuzdur. Ancak, sıkı disipline sahip, askeri istihbaratın herkesin nefes alışını bile izlediği bir ordu ve ortamda, "iyi Amerikalı" nın bütün kontrol noktalarını ve güvenlik duvarlarını aşıp bu fotoğrafları gazetelere servise koyması, imkansız olmasa bile çok zordur.
Peki, bu fotoğrafları yetenekli ve acar bir savaş muhabiri ele geçirmiş olamaz mı? Bu olasılık da çok zayıf. Çünkü, savaş esirlerinin tutulduğu bir askeri hapishaneye, kimse bir gazeteciyi sok(a)mayacağı gibi, hiç kimse de kahramanlarını mahkeme önüne çıkaracak bu fotoğrafları, "hatır gönül için" o acar ve yetenekli "savaş" muhabirine vermeyecektir. Verilse bile, bunun askeri istihbaratı, hükümeti ve sansürü aşması çok zordur. Savaş sırasındaki, "iliştirilmiş gazeteciler" hâlâ hatırlardadır. Bu iş, ancak bir koşulda gerçekleşebilir; asker ya da iliştirilmiş gazeteci, eğer güçlü bir iktidar odağı tarafından destekleniyor ve korunuyorsa böyle bir adım atabilir. O da istihbarat örgütünün yardımıyla.
Fotoğrafları neden sızdırıldı?
Ancak, ortadaki tablo fotoğrafların aynı anda ve birçok kaynaktan "servise" verildiğini gösteriyor. İşte bu olgu, olasılık alanını, neredeyse hiçbir "idealist" davranışa yer bırakmayacak kadar daraltıyor.
Hemen belirtelim ki, fotoğrafların askeri istihbarat örgütü tarafından çekildiği iddiası henüz yalanlanmamıştır. Ve öyle anlaşılıyor ki, fotoğrafları sızdıran kaynakla çekenler aynıdır. Burada sorumuzun ikinci bölümünü yanıtlamak gerekiyor; Neden?
Yanıtlayalım: Bu fotoğrafların yayımlanması, George W. Bush iktidarını ve bu yönetimin pilot kabinini oluşturan yeni muhafazakarların (neo-cons) politik pozisyonlarını sarstı. Ve açık ki, Amerikan silah ve petrol tekellerine yaslanan iktidar ciddi bir yara aldı. Bu yılın sonunda ABD başkanlık seçimlerinin yapılacağını da hatırlarsak, olayın önemi daha iyi anlaşılacaktır. Dolayısıyla bu fotoğrafların, her şeyden önce ABD zirvesinde sert bir iktidar kavgasının yaşandığına işaret ettiğini düşünmemek için ortada bir neden yok.
Çatışmanın tarafları
Çatışmanın taraflarından birisinin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell olduğu anlaşılmaktadır. Powell, ABD'nin eski Genelkurmay Başkanıdır. Yönetime egemen olan yeni muhafazakar ekibe dahil değildir. Yani "çelik çekirdek" dışından bir politikacıdır. Daha az oy aldığı halde, seçimi mahkeme kararıyla ve şaibeli bir şekilde (yaklaşık üç yüz oy farkıyla) kazanan Bush'un, tepkileri yatıştırmak ve iktidar tabanını genişletmek için olsa gerek, kabineye aldığı bir "demokrat" tır Powell.
Powell'ın, ordu üzerindeki etkisinin devam ettiği biliniyor. Silahlı Kuvvetler ve askeri istihbarat örgütü içinde güçlü bağlantılarının olduğu da yazılıyor. Daha önemlisi, Powell'ın, yeni muhafazakar ekiple bir süredir çatışma içinde olduğu, ABD'nin izlediği askeri stratejiyi ve dış politikayı eleştirdiği de diğer bilgiler arasında. Çünkü Powell, tıpkı Bill Clinton gibi, ABD'nin küresel egemenliği için askeri müdahaleleri reddetmeyen ama "son çare" olarak gören; daha çok ekonomik, diplomatik ve kültürel araçların kullanılması görüşüne yakın duran bir isim. Karşısında ise, "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi" nin mimarları Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve diğer neo-con'lar bulunuyor.
İktidar kavgasının maddi temeli
Burada bir soru daha sormak gerekiyor: Niçin? Bu sorunun da yanıtına analizle ulaşılabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi, bugün ABD yönetimine el koyan yeni muhafazakar çete, esas olarak silah ve petrol tekelleri ile büyük Yahudi sermayesine dayanıyor. İşte bu blok, içinden çıktığı sınıfın diğer bileşenlerini, ABD tekelci sermayesinin farklı sektörlerini bir süredir dışlıyor. Powell'ın esas olarak bu çevrelere yaslandığı düşünülebilir.
Bu yönetimin Irak politikası başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Irak ve Afganistan işgallerinin maliyeti giderek artmaktadır. Üstelik, küresel egemenlik için önem taşıyan enerji havzalarında (Büyük Ortadoğu) bir türlü istikrar kurulamamakta, direniş yayılmaktadır. Savaş öncesinde, Irak'ta kaliteli petrol üretimini arttırarak ucuz benzin ve gaz vaat eden Bush yönetimi, bu hedefini de gerçekleştirememiştir. Çünkü, Irak'ın bütün petrol endüstrisi ve ekonomik alt yapısı tahrip edilmiş durumda. Direnişi bir kenara koysanız bile, bu tesislerin savaş öncesi haline getirilmesi için bile milyarlarca dolarlık yatırıma ve yıllara ihtiyaç var. Bugün, istikrarlı bir ortamda oluşacak piyasa koşullarına göre, varili 25 dolar olması gereken petrolün fiyatı 40 doları aştı.
Özgürlük heykelinin başındaki çuval ve tasfiye
İktidar kavgası öyle sertleşmiş durumdaki, ABD Savunma Bakanı D. Rumsfeld ve Genelkurmay Başkanı R. Myers kendilerini Senato Soruşturma Komisyonu'nun karşısında buldular. Bilindiği gibi, Genelkurmay Başkanı Myers, CBS televizyonuna doğrudan telefon ederek görüntülerin yayınlanmasını önlemeye çalışmış. Rumsfeld ve Myers'in Soruşturma Komisyonu'na verdikleri ifade televizyonlardan naklen yayınlandı.
Bu soruşturma sırasında Demokrat Partili komisyon üyeleri Myers'i resmen azarladılar: "ABD Genelkurmay Başkanı, bir TV kanalına telefonda sansür teklif edemez. Bu demokrasiye de, anayasaya da aykırı. Başkalarına demokrasi götürmek ne kelime; siz kendi demokrasinizi ayaklar altına aldınız." Savaş esirlerine işkence yapılmasını "münferit olaylar" diye nitelendiren Rumsfeld ise, Senatör Hilary Clinton tarafından "olayın üstünü örtmeye çalışmakla" suçlandı. Rumsfeld, işkence emrinin kimin tarafından verildiği sorusunu yanıtsız bıraktı. Senatör Ted Kennedy ise, "Sayenizde ABD artık 'özgürlük heykeliyle' değil, çuval geçirilmiş işkence mahkumlarıyla hatırlanacak" dedi. (N. Cerrahoğlu, Cumhuriyet, 10.5.2004)
Öyle anlaşılıyor ki, bu yıl sonunda yapılacak seçimleri W. Bush kazansa bile, Rumsfeld, Wolfowitz ve Myers gibi isimler yerlerini zor koruyacaklar. Çünkü, ABD ordu gazetesi daha şimdiden bu kişilerin istifasını istedi. Bu istifa isteminde de Powell'in etkisi yok mu dersiniz?
İyiler kötüler ve işbirlikçiler
Son söz olarak; Ergin Yıldızoğlu'nun da Cumhuriyet'te (12.5.2004) yazdığı gibi; ne Irak'a işgalci bir güç olarak gelen Amerikalı askerlerin çoğunluğu "özleri itibarıyla kötüdür" ne de Iraklı direnişçiler "özleri itibarıyla iyi". Onların arasındaki fark içinde bulundukları koşullardan kaynaklanıyor. Irkçı ve sömürgeci bir ordunun içinde görev yapan işgalci askerin ruhunu kirleten şey, bizatihi içinde yer aldığı ordunun karakteridir. O haksız bir savaş yürütmekte, egemenliğini ve zaferini kötülük üzerinde kurmaktadır. İşgalin devamı için daha çok insan öldürmek ve kötülük yapmak zorundadır. Direnişçiler ise, ülkelerini, haklarını, hukuklarını ve orunlarını büyük bir işgalci güce karşı savunmanın getirdiği bir ruh haliyle hareket etmektedir. Savaş onların insani özelliklerini öne çıkarmaktadır.
Peki sadece işgalci Amerikalı gençlerin mi ruhları kirlenir? Elbette hayır! Celal Talabani gibi işbirlikçileri de unutmamak gerekir. Bush, Tony Blair, Rumsfeld ve Myers gibi işgalci liderler özür dilerken; inanılmaz ve utanç verici şekilde, "Esirlere yapılanlar yüzünden ABD siyasetini değiştirmek zorunda değil. ABD ülkemizi kurtardı. Demokrasi ve insan hakları için zemin hazırladı.Her ordu içinde böyle şeyler olabilir. İşkenceciler için mazeret olamaz. Ancak, çok abartılmamalı" diyen Talabani gibiler de, mazeretleri ne olursa olsun, tarih önünde mahkum olmaktan kurtulamayacaklar. (MY/BB)