Bu tartışma esas olarak, bir yön ve program farklılaşması yaşayan Türkiye elitinin iki eğilimi arasında cereyan ediyor. Bu eğilimleri kabaca iki başlık altında, entegrasyoncular ve ulusalcılar diye tasnif etmek mümkün. İnisiyatif açık şekilde entegrasyoncu güçlerin elinde. Türkiye'nin AB'ye katılımı, sistemin ve devletin resmi bir politikası haline gelmiş durumda. Bu politika günümüzde Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti eliyle yürütülüyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) de küresel imparatorluk stratejisinin bir gereği olarak bu hedefi destekliyor. Ulusalcı güçler ise dağınık, örgütsüz ve bastırılmış durumdaki bir muhalefet hareketi görünümünde.
Sol devrede yok
Tarih ve toplum açısından asıl önemli olan şey ise, solun, ülkenin kaderi üzerinde yürüyen bu tartışmada etkin ve bağımsız bir güç, özgün tezleri olan felsefi ve siyasal akım olarak yer almıyor olmasıdır. Durum böyle olunca, toplum, sistem içi iki gücün arasında kalmış ve sıkışmış durumda olanı biteni anlamaya çalışıyor. Kafalarda belli şüpheler olsa da, insanlar, sistemin ideolojik aygıtları aracılığıyla pompaladığı iş, daha iyi bir gelecek ve hayat beklentisiyle AB'den yana tutum alıyor.
Solun, özellikle yaygın medyada görünür durumdaki sol entelijansiyanın önemli bir kesimi, demokrasi ve insan hakları beklentisiyle AB üyeliğini destekliyor. "Ne yani" deniyor, işkencenin ortadan kalkması, azınlık haklarının tanınması kötü bir şey mi?
Çizgi buradan çekilince, tartışmanın sol içinde yürütülmesine de imkan kalmıyor aslında. Türkiye'de solun kırk yıldır yürüttüğü özgürlükler mücadelesinin bir yana bırakılmasını geçelim, bu kesimler, sistemin ve devletin resmi politikalarının, ABD'nin bölgesel ve küresel ölçekteki hesaplarının yedeğine düşme tehlikesinin bile farkında değiller. İşin komik (trajikomik mi desek) tarafı da, bu arkadaşların muhalefete, yani egemen ve belirleyici olmayanlara karşı muhalefet ederek "ilerici" bir pozisyon takındıklarını sanmalarıdır.
Ölçüyü yitirmek
Sorun açık; görünür sol kerteriz noktasını kaybetmiş durumda. Toplumsal ve siyasal gelişmelerin sınıfsal analizini yapma, ölçüyü buradan koyma yöntemi bir yana bırakıldı. Yaşanan şey açık bir sınıfsal körlüktür*.. Dünyada son on beş yıldır esen liberalizm fırtınasının sol üzerindeki yan etkisi budur.
Kapitalizmin mutlak egemenliğinin hüküm sürdüğü dünyada, asıl ve belirleyici ayrımın sermayeyle işçi sınıfı ve ezilenler arasında değil, örneğin, devlet-sivil toplum, merkez-çevre, alt kültürler-üst kültür, cemaatler-ulus devlet arasında olduğunun sanılması ve vaaz edilmesi, temel sorun alanını oluşturmaktadır. Kapitalizmi ve liberal demokrasiyi nihai insanlık tecrübesi olarak gören bu post-modern anlayış krallığını ilan etmesi, sadece gözleri değil, kalpleri de kör etmektedir. Bu 'moda' anlayıştan kopamayan sol ise farkını yitirmekte, farkını yitirdikçe de gereksizleşmektedir.
Oysa, emekçilerin ve ezilenlerin sözcüsü olma iddiasındaki sosyalist sol; sermayenin ve devletin bütün parti ve akımlarından ideolojik, politik ve örgütsel bakımdan bağımsızlaşmadan, toplumun ve ülkenin geleceğini tayin etmeyi bir yana bıraksak bile, o geleceği etkileyecek bir güç olarak varlığını sürdürmesi tarihen mümkün değildir.
Emperyal birlik olarak AB'nin anlamı
İsterseniz şu AB olgusuna biraz daha yakından bakalım.
1- Öncelikle bilinmelidir ki, AB sınıfsal bakımdan "nötr" bir organizasyon değildir. Bu sınıfsal yapı, Maastrich kriterlerinde ve AB Anayasası'nda resmen ilan edilmiştir; serbest piyasa ekonomisi tek ve resmi sosyo-ekonomik sistemdir. AB, kısa vadede (2010 yılında) dünyanın en rekabetçi ekonomisi haline gelmeyi hedeflemektedir. Bunu gerçekleştirmenin tek yolu vardır; 'Sosyal Avrupa'yı tasfiye etmek. Sosyalizmin ve toplumsal muhalefetin baskısından kurtulan Avrupa sermayesi zaten bunu yapmaya çalışıyor. Sosyal devletin kazanımlarının ve neo-liberal özelleştirme saldırısı bu anlama gelmektedir. Avrupa'daki sosyalist partiler bu nedenle AB projesine karşıdır.
2- Avrupa elbette yekpare bir bütün oluşturmamaktadır. Bu coğrafyada da farklı toplumsal çıkarlar arasında çelişki, mücadele ve çatışma inişli-çıkışlı bir seyir izlese bile devam etmektedir. Başka bir anlatımla, Avrupa aynı zamanda bir sınıf mücadeleleri alanıdır. Ancak, bu durum AB kurumları üzerindeki sermaye egemenliğini ve yönlendiriciliğini görmeyi engellememelidir.
3- Daha önemlisi AB, gezegene hakim olma mücadelesinde uzunca süredir inisiyatifi yitiren yaşlı kıta sermayesinin yeni bir emperyalist birlik ve entegrasyon hareketidir. Örneğin; NATO içinde de gerilim ve çatışmalara neden olan bir AB ordusu oluşturma çabaları ve Türkiye'yi bütünüyle kaybetmek istememe tutumunun arkasında bu gerçek vardır. AB, bölgesel etkinliği nedeniyle Türkiye'yi yedeğinde tutmak ve askeri gücünü kullanmak istemektedir. Tam üyelik konusundaki ayak sürümenin nedeni budur.
4- Avrupa Birliği sadece Kopenhag kriterlerinden ibaret sayılmakta, üstelik bu ünlü "kriterler"in ne anlama geldiği yeterince analiz edilmemektedir. Kopenhag kriterleri üzerinden bakıldığında da son çözümlemede AB; liberal-demokratik bir hukuksal ve kurumsal çerçeve yaratılarak serbest piyasa ekonomisinin ve kapitalizmin işleyişinin rasyonelleştirme girişiminden başka bir şey değildir. Burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi bu gerçeği değiştirmemektedir. AB, sınıflar üstü teknik ve hümanist bir proje değildir. Bu anlayış, bizzat Avrupa sermayesi ve Türkiye'deki hakim çevreler tarafından empoze edilmektedir. Solun buna karşı bir eleştirisi/tutumu olmalıdır.
5- Açlık ve yoksulluk Kopenhag kriterleri tarafından "insan hakları" kapsamında sayılmamaktadır. 2010 yılında dünyanın en rekabetçi ekonomisini yaratma hedefi, Türkiye'yi bir tür ikinci sınıf üyelik ya da "özel statü" içinde tutma stratejisiyle birleştiğinde, uzak olmayan bir gelecekte ülkenin acımasız bir neo-liberal saldırı altında kalacağını görmek için yeterlidir. Maastrich kriterleri, serbest piyasa ekonomisinin gereklerini yerine getirmek için bütün sosyal kazanımların tasfiye edilmesini gerektirmektedir. Bu durumda, sadece serbest dolaşım hakkı kalıcı olarak kısıtlanacak işçiler ve kent yoksulları değil, tarım üreticileri de büyük bir yıkımla karşı karşıya kalacaktır. Ülke tarımı üretim yeteneğini yitirecektir.
6- AB, emekçilerin ve genel anlamda halkın kazanımlarını değil, sermayenin gücünü ve egemenliğini büyütmektedir. Özür dileyerek hatırlatmak zorundayım ki, Batı Avrupa sermayesi, bugün kıtada geçerli olan demokratik ve sosyal hak ve özgürlükleri kendiliğinden vermemiştir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yıkılan ve şiddetli sınıf mücadeleleriyle sarsılan Avrupa, sosyalist sistemin de baskısıyla buna zorlanmıştır. Ortaya çıkan "Avrupa Sosyal Modeli" böyle bir tarihsel arka plana sahiptir. Ve hiç şüphe yok ki, Birlik merkezileştikçe yangından son kurtarılacak şey de bu "sosyal model" olacaktır.
Mesele solcu kalmaksa..
Yukarıda sayılan nedenlerden dolayı, solun bugünden AB'ye ilişkin (en hafif deyim ve yaklaşımla) eleştirel bir tutum takınmaması; yarın toplumun geniş kesimlerinde yaşanacak sorunlar karşısında söz söyleme ve muhalefet etme hakkını da büyük ölçüde elinden alacaktır. Bugün sermayenin ve devletin resmi politikası haline gelmiş bir hedefi olduğu gibi benimsemek ile sosyalist olmak arasındaki ilişki, memeli hayvanlar ile plastik sanatlarda sürrealist akım arasındaki ilişkiden daha fazla değildir. Ve unutulmamalıdır ki, demokrasi sınıflar üstü "nötr" bir rejim hiç değildir, olmamıştır.
Tutum açık şekilde ortaya konulmalıdır; Türk kapitalizminin rasyonelleşmesi ve modernleşme sürecinin tamamlanması için AB projesi destekleniyorsa -gerçek anlamı böyledir- bu belirtilmelidir. Sistemin modernleşmesi ve rasyonelleşme, kuşku yok ki devlet karşısında sivil toplum alanını da genişletecektir. Bu durum burjuva üretim ilişkileri ve hayat tarzının dolaysız egemenliği demektir. Eğer bu kadarı kafi deniyorsa mesele yoktur. Mesele solculuktur! (MY/BB)
* AB ve sınıf körlüğü konusunda, 20 Ekim 2004 tarihli Birgün gazetesinin 'Forum' sayfasında çıkan Foti Benlisoy imzalı yazı ile yine aynı tarihli Cumhuriyet gazetesindeki Güray Öz'ün köşe yazısını herkese öneririm.