Türk solunun AB üyeliğine bakışı, yaşadığı kararsızlıklar ve ikilemleri hakkında, V-Özgürlük gazetesinin 11 Aralık 1999 tarihli 62. sayısında yazdığım bir yazının (başlık aynı), aradan geçen beş yıla karşın güncelliğini koruduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, söz konusu yazımı küçük değişikliklerle güncelleyerek aşağıya alıyorum:
Rüyalar gerçek olsa!
Türkiye'de nihayet uzun süredir aranan büyük siyasal uzlaşma ve toplumsal mutabakat sağlanmış durumda; Avrupa Birliği'ne (AB) üyelik! Büyük siyasal güçler arenasının bütün aktörleri adeta bu hedefe kilitlenmiş durumda. Büyük medyada estirilen havaya bakılacak olursa, AB üyeliği gerçekleştiği taktirde Türkiye'nin başta demokrasi olmak üzere bütün sorunları da çözülecek ve nihayet "Türk'ün 200 yıllık rüyası" gerçekleşecek. Yakın zamana kadar AB üyeliğine "Hıristiyan Kulübü" olduğu gerekçesiyle karşı çıkan İslamcıların önemli bir bölümü de Türkiye'nin üyeliğini desteklemeye başlayınca ortada sadece sosyalistler kaldı. Onların ise kafaları karışık.
Sosyalistlerin bir bölümü açık ya da örtük olarak AB üyeliğinin Türkiye'deki demokratikleşme sorununu kendiliğinden çözeceğini düşünmektedir. Daha ihtiyatlı olanlar ise, AB üyeliğinin tam bir demokratikleşmeye yol açmayacağını, Türkiye'deki otoriter devlet geleneği ve iktisadi gelişkinlik düzeyinin buna izin vermeyeceğini ileri sürmektedir. Dolayısıyla bu kesim, sosyalistlerin demokrasi mücadelesini sürdürmeleri konusunda ısrar etmektedirler. Ne var ki, ikinci kategoride olanlar da AB üyeliğinin, sınırlı da olsa, bir demokratikleşmeye yol açacağını kabul etmektedirler.
Yeni sorulara eski yanıtlar
Bu değerlendirme ilerletilerek AB üyeliğinin iyi bir şey olduğu sonucuna varılmakta ve örneğin, "Ne yani işkencenin önlenmesi kötü bir şey mi?" diye sorulmaktadır. Gerçektende, AB üyeliğinin bir sonucu da olsa, ilk elde 'demokratikleşmenin kötü bir şey olduğunu' söylemek zordur. Burjuva demokratik bir rejimde hiç yaşamamış insanların bu tutumunun anlaşılabilir nedenlerinin olduğu da açık. Ve fakat anlaşılamayacak başka bir şey var; o da bu değerlendirme ve politik tutumun sosyalizm ve devrimcilikle ilgisi!.. İşte bu ilişkiyi kurmak zor.
AB üyeliğine kategorik olarak karşı çıkan sosyalistlerin önemli bir kesimi ise, bu politik tutumlarının tarihsel, ideolojik ve siyasal gerekçelerini tatmin edici bir şekilde ortaya koyamamaktadırlar. Onlar yeni soru ve sorunlara eski cevaplar vermekten öteye geçememekte, ancak, bir tür devrimci içgüdüyle, Türkiye'nin herhangi bir emperyalist blok içinde yer almasının kötü bir şey olduğunu söylemekle yetinmektedirler.
Nedenler, nedenler..
Aslında esaslı bir bilinç çarpılmasına işaret eden bu kafa karışıklığının nedenleri sanıldığından da derinlerdedir. Bazı nedenler şöyle sıralanabilir:
1- Emperyalizmin yeni aşaması küreselleşme ve onun doğrudan sonucu olan yeni liberalizm dalgası, solu sanıldığından daha derin bir şekilde etkilemiştir. Post-modern edebiyatın sol üzerindeki etkisi de hayli yıkıcı olmuştur. İdeolojik-politik yenilenme yönelimi solun önemli bir kesiminde devrimci sosyalist temellerde geliştirilememiş ve liberal demokrat bir karakter kazanmıştır.
2- Türkiye sosyalist hareketinde "asgari program, azami program" sorunsalı aşılamamıştır.
3- Yine sosyalistlerin önemli bir bölümü, gerek teoride gerekse politikada kendi demokrasi anlayışlarını geliştirememiş, burjuva demokrasisi ile aralarındaki nitelik farkını belirtik hale getirememiştir. Demokrasi, zaman içinde adeta sınıflar üstü bir kavram ve yönetim biçimi şeklinde anlaşılmaya başlanmıştır.
4- Tanzimatçı bir geleneğe sahip olan Türk aydını ve dolayısıyla Türk solunun önemli bir bölümü batıcı ve modernist bir anlayışın taşıyıcısıdır. Örtük bir aşağılık kompleksi ve batı hayranlığını içeren bu anlayış, siyasal olarak kendisini bir tür 'ıslahatçılık' olarak dışa vurmaktadır. Bu tutum sosyalistler bakımından irdelendiğinde ise, karşımıza, devrim ve sosyalizm bağlamı olmayan bir "demokrasicilik" çıkmaktadır.
Sahte ikilem
Sosyalistler, "Türkiye AB' ye üye olsun mu olmasın mı" gibi sahte bir ikilemden hızla çıkmalıdır. Çünkü, günümüzde nasıl ki "insan hakları" kavramı artık emperyalist müdahale hukukunun ve bu hukuka bağlı olarak yaygınlaştırılmaya çalışılan Kosova ve Irak Modelinin bir gerekçesi ve başta ABD olmak üzere Kuzey Ligi'nin bir silahı haline geldiyse, "demokratikleşme" de küresel kapitalizmin yeni egemenlik aracına dönüşmüştür. Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ) Seattle toplantısında dünyanın egemen güçlerinin en önemli argümanı da, unutmamak gerekiyor ki yine serbest ticaret ve demokrasiydi. Burjuva demokrasisi ve Batı normları bugün küresel kapitalizmin ulusal pazarları ele geçirmek ve bu saldırıya karşı gelişecek siyasal direnişleri kırmanın en önemli aracıdır.
Hiyerarşik bir düzene sahip olan emperyalist kapitalizm günümüzde küresel egemenliğini ulus devletleri aşan üst sistemler aracılığıyla yürütüyor. Bu üst sistemler IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi uluslar ötesi kuruluşlar olabildiği gibi, ulus devletlerin sınırlarını aşarak oluşturduğu birlikler şeklinde de ortaya çıkmaktadır. AB bu üst sistemlerden biridir. Emperyal bir bloklaşma hareketidir. AB, bugün dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesindeki en önemli kutuplardan birini oluşturmaktadır.
Ankara'nın AB üyeliğinin yeniden gündeme gelmesinin nedeni ise, Türkiye'nin esas olarak Avrasya'da süren yeni paylaşım savaşının sonuçlarını etkileyecek bir güce ulaşmasıdır. Avrupa, bölgesel bir güç haline gelen Türkiye'yi kaybederek, Avrasya'dan dışlanmasına ve bölgede sadece ABD'nin güçlenmesine yol açacak bir gelişmeyi istememektedir.
Toplumcu/eşitlikçi demokrasi
AB üyeliğinin sosyalistler tarafından nasıl ele alınması gerektiğine ilişkin olarak ilk elde şunlar söylenebilir.
1- Sosyalistlerin, demokratik ve özgürlükçü de olsa, sermayenin egemenlik biçimlerinden birinin savunuculuğunu yapması doğru değildir. Unutulmamalıdır ki, sermaye egemenliğinin en istikrarlı ve güvenli biçimlerinden biri de parlamenter demokrasidir. Çünkü, bir eşitlik yanılsaması yaratır ve sınıfsal egemenlik durumunu gizler.
2- Sosyalistler hızla AB' ye üye olma ve olmama ikileminden çıkmalı, kendi demokrasi anlayışlarına açıklık getirerek farklarını ortaya koymalıdır. Bugün özgüveni artan büyük sermaye de demokratikleşmeden yanadır. Sosyalistler kendi farklarını ortaya koyamadıkları sürece, siyasal olarak gereksizleşecektir. Bu tehlike görülmelidir.
3- Bugün yapılması gereken şey; burjuva demokrasisinin salt hukuksal eşitlik ilkesiyle yetinmemek, ekonomik ve toplumsal eşitlik ilkesinin merkezinde olduğu bir demokrasi anlayışını öne çıkarmaktır. Hatırlanmalıdır ki, geçen yüzyılda bile sosyalistler, burjuva demokrasisinin hukuksal eşitlik ilkesinin karşısına toplumsal eşitlik ilkesiyle çıkmış ve bu nedenle siyasal literatüre "sosyal demokrasi" kavramı girmişti. Sorun siyasal ve hukuksal eşitlik doğrultusunda atılacak adımlara karşı çıkıp çıkmamak değil, bununla yetinilip yetinilmeyeceğidir. Toplumcu bir demokrasi perspektifi, mücadeleyi sosyalizme bağlayacak bir geçiş programı karakterine sahiptir.
4- Sosyalistler, demokratik bazı açılımlar sağlanmasına yol açsa da, herhangi bir emperyalist kampta yer alınmasının taraftarı olmamalı, kendi toplumcu/eşitlikçi demokrasi programları doğrultusunda mücadeleyi örgütlemelidir. Emperyalizmin küresel ölçekteki saldırısını yine küresel ölçekteki devrimci bir çıkışla karşılama ve püskürtmenin araçları yaratılmalıdır. (MY/EÜ)