Panele katılan iktisat ve siyaset bilimciler, "AB'ye evet ve hayır" ikilemi dışında Avrupa'nın iç güç dengeleri ve çelişkilerini öne çıkaran sunuşlar yaptılar.
Panelin ilk oturumu Almanya'ya, ikinci oturumu ise AB genişlemesinin tekil örneklerine (Slovakya, İspanya, Türkiye) ve AB içi bloklaşmaya ayrılmıştı.
İlk oturumdaki ilk sunuşu Eleştirel Teori'nin yeni kuşak temsilcilerinden, halen Frankfurt Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde ders veren Prof. Alex Demiroviç yaptı. Demiroviç sunuşunda içinde bulunduğumuz AB'nin siyasi bir bütün, bir siyasi toplum olarak oluşturulması sürecini ucu açık ideolojik bir mücadele alanı olarak nitelendirdi.
Avrupa'da yapılan çoğu etkili siyasi analizlerde, AB'nin Avrupa kapsamında siyasi partiler, demokratik meşruiyet, homojenleşmiş bir halk gibi devleti devlet yapan ana unsurlara sahip olmadığının altı çizildiğinin, bu analizlerin ise indirgemeci bir devlet anlayışından yola çıktığını savundu.
AB'deki yeni toplum tarzı
Avrupa parlamentosunun haklı olarak vurgulanan demokratik zafiyetinin, bizatihi mevcut sivil toplumu oluşturma tarzının bir gereği ve verisi olarak incelenmesi gerektiğini söyleyen Demiroviç, bu "sancılı" ve "siyasetli" alana dair örnekler verdi:
* AB'de vücut bulan yeni devlet/siyasi toplum tarzı, eski tip sosyal devlete karşı demokratik hak iddia eden vatandaşın, meşruiyetin zemini olmaktan çıktığı bir tarz.
* Bu yeni siyasi toplum içinde oydaşının üretiminde devletin yeniden dağıtımcı aparatlarından çok, kamuoyu oluşturan think-tankler, "kendi kendini organize eden", her biri toplumsal sorunların bir alanına yoğunlaşan, uzmanlaşmış sivil toplum örgütleri, "yeni Avrupa"ya ortak bir geçmiş biçen tarihçiler, ortak Avrupa kimliğinin üretiminde çalışan entelektüeller bulunuyor.
* Alman eleştirel aydınlarının bu sürecin dinamiklerine, yeni aktörlerine ve çelişkilerine yoğunlaşmaktan çok, onu bir yanlış bilinç, "sosyal devlete karşı küreselleşmenin bir komplosu" veya sosyal hareketlerin canlı olduğu 1960'lara duyduğu nostaljinin gölgesinde baktığını, bunun da "AB kamusal alanının/sivil toplumunun" doğurduğu tüm yeni çelişkiler ve eşitsizliklere rağmen var edilme sürecine etkin olarak müdahale etmelerini zorlaştırıyor.
AB'nin ideolojik olarak var edilme sürecinde, eğitimin yeniden yapılandırılmasının, özelleştirilmesinin merkezi bir işlevi olduğuna değinen Demiroviç, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra değişen ve sınıfsal olarak çeşitlenen öğrenci profilinin tekilleşmesinin sonuçlarının yalnızca iktisadi olmadığını, bilim ve akademiye üst orta sınıf anlayış ve ön kabullerini yerleştirmek gibi uzun vadeli kültürel sonuçlar doğuracağını da ifade etti.
Almanya'da sendika siyaseti
Berlin Bilimler Merkezi'nden (Wissenschaftszentrum Berlin) Dr. Thomas Sablowski ise sunuşunda, 1970'lerin ikinci yarısında radikal bir değişikliğe uğrayan formel emek-sermaye ilişkilerini irdeledi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman tipi Fordist modelin en önemli ayaklarından biri olan sektörel bazda toplu sözleşmeleri mümkün kılan, Alman ekonomisindeki kalifiye işçi oranının yüksekliği ve Alman ihracat sektörlerinin (otomotiv, kimyevi ürünler, makine ve elektrik sekörü) dünya piyasalarındaki yüksek rekabet avantajıydı.
Bu emek düzenleme modeli, Fordist sistemin verimlilik artışları ve kar oranları düşmeye başlayınca, üretken sermayenin de uluslarar asılaşması ile bir krize girdi. Sablowski, sunuşunun ikinci kısmında, emeği düzenleyen kurumlar arasında sendikaların etkinliğinin azalmasının nedenlerini irdeledi. Üretken sermayenin yatırım öncelik ve yönelimini yeni yükselen mali sektöre ve hissedar önceliğine çevirmesinin, bu dönüşümün sermaye taraflı nedenlerinin başında sayan Sablowski, yeni mali ağırlıklı birikim tarzı ile korporatist düzenlemelerin zayıflaması arasında içsel bir bağ olduğundan bahsetti.
Şu anda sendikaların siyasetlerini, geleneksel "endüstri" sektörlerindeki kalifiye ve erkek işçilerin çıkarları doğrultusunda oluşturduklarını, sayısal ve sınıfsal olarak büyüyen hizmet sektöründeki beyaz yakalı çalışanları, enformel sektördeki genç, kadın ve göçmen işçileri temsil etmediklerini, yeni bir tip "selektif korporatizm" ile yollarına devam ettiklerini ifade eden Sablowski, bunun belli bir siyasi muhafazakarlık ve reaksiyonerliğe denk düştüğünü ifade etti.
Sablowski hem Almanya içinde farklı bölgelere, hem de değişik İş, Vergi ve Çevre Hukukunu haiz ülkelere (Slovakya, Polonya, Macaristan) dağılmış üretim birimleriyle üretken sermayenin uluslar arasılaşmasını izleyebileceğimiz en iyi örneklerden biri olan Alman otomotiv sektörünün devlerinden Volkswagen'in yeni firma stratejisinden örnekler verdi:
VW'nın yeni çıkan modelin üretim mekanını, kendi üretim birimleri arasında rekabeti kızıştıran iç ihalelerle belirlediğini, bu yüzden AB'deki ilgili hukuk alanlarının homojenleştirilmesi adımlarına en çok ayak direyecek aktörlerden biri olduğunun altını çizen Sablowski, geleneksel sendikaların bu stratejilere eski dönemden kalan reflekslerle tüm üretim zincirinde rekabeti azaltıcı dayanışmacı uzun vadeli politikalarla değil, sektörler, bölgeler ve üretim birimleri arası rekabeti artırıcı siyasetlerle cevap verdiğini ifade etti.
Eski Doğu Almanya ve Eski Batı Almanya sendikaları arasındaki geçen yaz yaşanan haftalık çalışma saatleri arasındaki çelişkinin sonunda, Almanya çapında 35 saatlik iş haftasının savunulamaz hale geldiğini, sendikal tutuculuğun uzun vadede emeğin konumunu tümden geriye çekmeye yaradığını ifade etti.
AB anayasası tartışmaları
Panelin ikinci oturumu, AB'nin derinleşmesi, genişlemesinin ve bloklaşmasının dinamiğine ayrılmıştı. Bu oturumun ilk konuşmasını Viyana İktisat Üniversitesi'nden (Wirtschaftsuniversitaet Wien), Latin Amerika mali krizleri, MERCOSUR entegrasyonu ve Doğu/Orta Avrupa reel sosyalizm sonrasının ekonomi-politik analizleriyle tanınan Prof. Dr. Joachim Becker yaptı. "AB nereye gidiyor?" sorusunu, ABD'nin Irak müdahalesine verilen tepkiler ve yeni Anayasa tartışmaları üzerinden inceleyen Becker, bu iki konu hakkında çıkan ayırımların gelecekteki bloklaşma ve eşitsiz gelişme dinamiklerine dair ipuçları verdiğinin altını çizdi.
Becker'e göre sosyal politikalar, vergi politikaları ve dış siyaset konusunda supranasyonel ve homojen bir AB'yi savunan Fransa-Almanya-Benelux ülkeleri merkezli bir bloğun karşısında, AB'nin güney ve doğu genişlemesiyle birliğe katılan nispeten "genç" üyeler bir blok oluşturmaktalar. Bu ikinci grubun içindeki eski reel sosyalist ülkelerin, 1989 öncesi kurumsal altyapılarını neredeyse tamamen yıkıp, 1990'lardaki ağır dış borçlanma konjonktürü içinde yeniden yapılandırdıkları ve şu anda bir "çift bağımlı kalkınma stratejisi" içinde bulunduklarını ifade eden Becker, "genç AB'nin yaşlı AB'den" çok daha iktisadi açıdan liberal olduğunun altını çizdi.
Uluslararası sermayeyi çekmek için sosyal haklar, ücretler ve çevre standartları üzerinden rekabete girmeye meyilli bu ikinci blok, bu konularda supranasyonel bir homojenleşmeye de tepkili. Bu ülkelerin AB entegrasyonunu "elitlerin bir projesi" olarak nitelendiren Becker, bu ülkelerin yeni "uluslar arasılaşan" iktidar bloğunda "alttan gelen" sivil toplum örgütlerinin önemli bir rolü olduğunun da altını çizdi.
Becker, özellikle Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan ve Polonya gibi ülkelerde AB'nin supranasyonel bir proje olarak ilerlemesine karşı Hıristiyan-demokrat (Slovakya) veya liberal-muhafazakar (Çek Cumhuriyeti) bir tepki oluştuğunun, bu bloğun mevcut AB oluşumuna dair eleştirilerinin yeni Anayasa tartışmalarında belirleyici olduğunu tespit etti.
Gelecek sene bazı üye ülkelerde oylamaya sunulacak Anayasa taslağının, AB'nin çeperinin ultraliberal önceliklerine paralel düşecek şekilde kaleme alındığını savunan Becker böylece Anayasa'nın son halinin vergi ve sosyal haklar alanında ulusal hükümetlerin hükümranlığına el sürmediğini, fakat para politikasında supranasyonel tutuculuğun devam ettiğini ifade etti.
Anayasa komisyonun teknokratik yönelimli şahsi kompozisyonun da bu yönelimi çok açık bir şekilde gösterdiğini söyledi. AB'nin farklı bölgeleri farklı hızlarla ilerleyen bir entegrasyon sürecine doğru gitme ihtimalinin altını çizen Becker, sunuşunun sonunda, çözüldüğü dönemde iktisadi olarak güçlü bir siyasi birim olan Habsburg İmparatorluğu ile AB arasında yaptığı karşılaştırmada, imparatorlukların genişleme ve çözülme süreçlerinin sırf iktisadi değil, aynı zamanda ideolojik nedenlerle de bağlantısı olduğunu, uzun vadede farklı hızlarla ilerleyen AB'nin siyasi meşruiyetini kurmaya dair ciddi zorluklar çekebileceğini ifade etti.
Türkiye'nin entegrasyon süreci
İkinci oturumun son sunuşunu, Frankfurt Üniversitesi'nde doktora çalışmalarını sürdüren İlker Ataç yaptı. AB'nin İspanya ve Doğu Avrupa genişlemeleri ile Türkiye'nin entegrasyon sürecini karşılaştıran İlker Ataç, ilk aşamada bu üç bölgeyi birbiriyle karşılaştırmaya imkan sağlayacak bir kavramsal çerçeve çizdi. Ataç, entegrasyon sürecinin, pür iktisadi anlamda üretimin ve mali sektörün uluslar arasılaşması, ideolojik anlamda da siyasi ve iktisadi elitlerin dönüşümünde izlenebileceğini ifade etti.
AB'nin derinleşme ve genişleme sürecini, küresel kapitalizmin yeniden yapılanması bağlamında inceleyen Ataç, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB'ye entegrasyon sürecinin yalnızca bu ülkelerin içerisinde bir dönüşümü mühürleyen bir etkisi olmadığını, aynı zamanda AB'nin de bu genişleme sürecinde koyduğu vurgularla kendisinin de Anglo Amerikan tarzı bir kapitalist modele doğru bir adım attığının altını çizdi. AB'nin eski üye ülkeleri, buradaki mevcut sosyal güçlerle (sendikalar, sosyal demokratik talepler vs.) bir diyalog halinde dönüşürken, Orta ve Doğu Avrupa'nın eklemlenme süreci çok daha ultraliberal ve pazar yönelimli bir modelin ihracı tarzında gerçekleşiyor.
Bu bağlamda "asimetrik ve seçici entegrasyon" kavramını kullanan Ataç, AB'nin Ortak Tarım Politikası fonlarında (Common Agricultural Policy) ve emeğin serbest dolaşımında bu ülkelerin henüz hak iddia edemedikleri ve sosyal güvenlik, çevre ve emeğin kazanılmış hakları konusunda esnek davranmak durumunda oldukları örneklerini verdi.
Bu ülkelerin, İspanya ve Türkiye örneklerinden en büyük farkının, entegrasyon ve liberalleşme öncesi reel sosyalist dönemden kalma bir iç burjuvaziye sahip olmamaları olduğunun altını çizdi. Türkiye'nin entegrasyon sürecinin özgül yanları arasında, AB ile entegrasyonu isteyen uluslararası yönelimli iç burjuvazinin / uluslar arasılaşmış sermayenin ihracat pazarlarından çok iç pazar yönelimini ve doğrudan sermaye yatırımlarının ve özelleştirmelerin Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında zayıflığını ve -otomotiv endüstrisi dışında- keza iç pazar yönelimli olmasını (iletişim, bankalar, çimento vs.) saydı.
Ataç, sunuşunun sonunda yeni Anayasacılık akımını, AB'nin yakın gelecekteki yönelimine dair ipuçları verdiğini, Türkiye'nin entegrasyon sürecinin de bu mevcut konjonktürün analizi içinde bir anlam ifade ettiğini belirtti. (AO/ÖG)
* Aslı Odman, İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih bölümünde öğretim görevlisidir.