Bir yoksul mahallesinde, hali vakti yerindeymiş. Artık yaşamıyor. On yılı aştı öleli. 78'lileri anlattı bana. 12 Eylül'e gelirken ben de size aktarayım.
Anlatımda bir kusur varsa bendendir.
Şöyle anlatmıştı:
"Ne yalan söyleyeyim, asker geldiğinde başa rahatlamıştım böyle. Her gün bir genci vuruyorlardı. 'Artık' diyordum 'gençler ölmez', asker buna müsaade etmez."
Ankara'daki torunu da getirirler, anasına, babasına teslim ederler. Gençler okullarına rahat rahat giderler, işlerine huzurlu giderler.
"Ne kadar yanılmışım. Daha darbenin ilk günü asker, polis bastılar evi. Ayakkabılarının çamurlarıyla dolaştı onlarca insan, evin dört bir yanında. Eşyaları talan ettiler.
"Ne yapıyorsunuz" dedim, "siz ne yapıyorsunuz. Burası benim evim."
"Sen karışma nine, bu devlet işi" dediler.
"Devlet benim evimde, çamurlu ayakkabılarıyla, koca koca silahlarıyla ne arıyor" dedim.
Kötü kötü baktı polisler yüzüme. Belli ki yaşımdan çekindiler. Sonra bir subay tuttu kolumdan, "nine, biz emir kuluyuz, görevimizi yapıp gideceğiz, sen şöyle bir köşede otur," dedi.
Ne yapabilirdim ki, dediği yere oturdum bekledim. Tüm eşyalarım karıştırıldı, halılarım çamur içinde kaldı.
"Bari ayakkabılarınızı çıkarsaydınız" dedim.
Yine kötü kötü baktılar bana.
Sustum. Sonra torunu sorup durdular. Ankara'da, okuyor dedik, inanmadılar. "Buradaymış" dediler. "Biliyoruz" dediler.
Damadı alıp götürdüler. Tüm kardeşlerinin evlerini de basmışlar tek tek. Gece vakti getirdiler damadı.
Sonra her hafta geldiler, her hafta geldiler. Aylarca, bir kez bile aksatmadan her hafta geldiler. Evlerimizi aradılar, ayakkabılarını bile çıkarmadan dolaştılar halıların üzerinde.
Evi temizlemeye artık elim varmaz oldu. Bir gün kapıya kadar geldiler, ama eve girmediler, torunu sorup gittiler. Sonra yine geldiler, yine içeri girmediler, torunu sorup gittiler.
Sonra artık gelmediler. Biz de artık torunu göremez olduk, haberini alamaz olduk.
Kızımın siyah saçları o yıllarda beyazladı. Gözlerindeki pırıltı o yıllarda söndü. Dalgınlıkları, unutkanlıkları, suskunlukları o yıllarda başladı. Gizli gizli ağlamaları, dalıp dalıp gitmeleri o yıllardadır.
Hangi annenin gözünde çocuğu yaşlanır? Ben kızımın yaşlandığını o yıllarda anladım.
Mahallenin gençleri ile birlikte, duvarlarındaki yazılar da silindi. Alışmıştık halbuki o yazılara. Önceleri biraz yadırgamış da olsak duvarlar kirleniyor diye, sonra sonra sevimli görünmeye başlamıştı bile.
Kötü şeyler de yazmıyordu. Bana öyle diyorlardı. Yoksa okuyabildiğimden değil. Kimin evinin duvarında ne yazıyor, okuma bilmeyen benim gibi yaşlılar bile ezberlemişti artık.
Bazı yerler yazılarla tarif edilir olmuştu. "Vehbinin sokağı"nın sonundaki ev, "faşizme karşı omuz omuza" yazısının karşısındaki sokaktan girildiğinde gibi, sözlerle konuşulur olmuştu mahallede.
Belediyenin verdiği sokak isimleri anımsanmazdı.
Zaten belediyenin verdiği o sokak, cadde isimlerindeki adamları da kimse tanımazdı. Duvar yazılarının hepsi buralıydı, içimizdendiler ya da bize öyle gelirdi. Bazı tarifler herkesi üzerdi ama yine de söylenirdi, "Ahmet'in vurulduğu yer" denirdi de, öyle anımsanırdı ölenler.
İşte bu yazılar, zift karışımı tuhaf bir boya ile kapatıldı ilk günden. Yazılar gitti, evlerin duvarlarında kapkara bir zift rengi kaldı bize. Uğursuz bir renk, üzerini ne kadar güzel renge boyarsan boya, bir zaman sonra "ben buradayım" diye çıkıveriyor ortaya.
Hep derim ki, "bu zift aslında duvarlarımıza değil, alnımıza sürüldü bir kara leke olarak."
Çocuklarımızı koruyamadık ne önce ne sonra..
Onlara sahip çıkamadık işte. İçeride, dışarıda tek tek kayıp gittiler ellerimizden yıllar boyunca.
Bir toplum çocuklarına sahip çıkamamış ise, işte böyle silinmez bir leke taşır ömrü boyunca.
Mahallede bir tek genç kalmadı. Hepsini toplayıp götürdüler, yukarıdaki Sıhhiye taburuna. Aylarca, yıllarca geri dönmediler. Gelenler de kapandılar evlerine, odalarına. Çıkmadılar dışarıya. Anneleri gelirdi kızımın yanına, dert yanarlardı.
Kızımın derdi kendine yeterdi ama, sabırla dinlerdi onları. Çocuklarının uyku uyuyamadığını söylerlerdi. Bağırarak uyanırlarmış geceleri. Korkarlarmış uyumaya. Korkunç kabuslar görürlermiş. Bir kelime konuşmazlarmış kimseyle, öyle bakarlarmış duvarlara.
Her kapı açıldığında sıçrarlarmış ayağa. Gece gündüz ışık yanarmış bazılarının odasında, korkarlarmış karanlıktan. Günlerce ağzına bir lokma koymayan olmuş içlerinde, pencereden aylarca dışarıya bakamayan olmuş, tanımayan olmuş en yakınlarını, unutmuş bazıları geçmişlerini. Kimisi saatlerce ellerine, ayaklarına bakarmış kımıldamadan, kimisi günlerce dolanırmış odasında durmadan.
Bu kadınlar hep aynı soruyu sorarlardı çaresizce, "ne yapmışlardı çocuklarımıza böyle?"
Duyardım bunları. Hepsini tanırdım. Doğduklarından beri bilirdim. Benim torunla aynı yaşlardaydılar.Ve duydukça bunları, içim acır, benim torunun kaçmış olmasına içten içe sevinirdim.
Bu çocukların kimisi çıkamadı odasından. Ya kalın bir ipe verdiler boyunlarını, ya da genç bedenlerini fırlatıp attılar toprağa yüksek balkonlardan. Bir küçük mektup bile bırakmadılar geride kalanlara. Yenilmiş bir ordunun onurlu neferleri gibi kıydılar canlarına.
Yaşamaya direnenlerde çoktu içlerinde. Çoluk çocuğa karışıp yaşlanmayı denediler.
Çok para kazanmayı isteyenler de oldu aralarında, babaları gibi kıt kanaat geçinip gitmek isteyenler de. Bana öyle gelir ki hiç biri mutlu olmadı bir daha. Yaşam çizgilerinin bir yerinde durdular yine, sorguladılar yaşamlarını. Değişmez bir alınyazısı gibi. Yirmisinde direndiler de, otuzlarında durdu kimileri.
Yaa işte böyle, kimisi bir ayda yakaladı ölümü, kimisi on yılda. Korkarım yaşayanlar da yakalayacak otuzlarında, kırklarında...
Çok şaşırır ve derim ki kendi kendime, "bu çocuklar nasıl şeyler yaşadılar ki, anlamsız gelir artık her şey". Yirmisinde, otuzunda, kırkında, ellisinde; duruyorlar, Birden. Soruyorlar kendilerine. Paralısı- yoksulu, evlisi bekarı hepsi sanki, anlaşmış gibi birbirleriyle.
Zamanın bir yerinde, gizli bir görev sorumluluğu içinde duruyorlar. Sadece kendilerinin anlayabildiği bir işaret verilmiş gibi duruyorlar. Kendilerini de içine çeken kirlenmişliğin ortasında, o yılların şövalye ruhları canlanıyor içlerinde.
Ellerindeki, avuçlarındaki anlamsızlaşıyor, sanki zevk almaz oluyorlar artık yaşamdan. Yenilmiş onurlu bir ordunun neferleri olduklarını anımsıyorlar da, gecikmiş görevlerini yerine getirir gibi ayrılıyorlar bu dünyadan.
Şu uzun ömrümde, çok genç nesil tanıdım. Kendi gençliğimin neslini biliyorum, sonra kızımın gençlik neslini, ardından sırayla torunlarımın genç nesillerini gördüm. Tanrı bana, çok insana nasip olmayan sağlıklı, uzun bir ömür verdi. Her nesil kendine göre zorluklar içinde yaşadı, acılar çekti.
Ama ben en çok bu gençlere üzüldüm. Bir fidanı dikersin, doğal koşulları içinde zaten bin bir zorlukla büyür, ya da kurur. Kendi zorluğu, doğal olan yaşam koşullarındandır.
Ama bir fidanı yeşillenirken gelip kesersen orta yerinden, nasıl büyür? Nasıl gelişip serpilir? Kurumaya bile vakti olmaz, yok olur gider. Kendi doğal zorluğu içinde değil, ama insanın acımasızlığı içinde yok olur gider.
Evet, diyorlardı ki devleti kurtaracağız. Devleti nasıl kurtardıklarına aklım ermedi bir türlü ama, koskoca bir gençliği yok ettiler. Benim yaşlı ömrümün göreceği son genç nesildi onlar.
Onlar devrimi...
Ben onları çok sevmiştim. (TŞ/AD)