Gülizar da, "Alıyorum o zaman," dedi ve ertesi sabah kitap elimdeydi. Gülizar, ayak üstü kitabın arka kapağında yazılanları okuyunca duyduğu heyecanını hâlâ sürdürüyordu. Çünkü Saroyan'ın kitabın kapağına taşınan "muhasebesi" çok şey anlatıyordu:
"Onu bunu namussuz diye diğerlerinden soyutlamak hakça değil. Ermeni nasıl acı çekerse Türk de acı çeker. Saçma işte, ama bunu bilemezdim o zaman. Bilemezdim şu Türk dediğimiz insanın zorlandığı yola sapan, kendi halinde ,dünya tatlısı bir biçare olduğunu. Ondan nefret etmenin, aynı hamurdan çıkma Ermeni'den nefret etmeye eşdeğer olduğunu. Ninem de bilmezdi, hâlâ da bilmiyor. Artık bunun bilincindeyim ben, ama kaç para eder?"
Bu coğrafya, acı çekenlerin coğrafyası... Yüzlerce yıldır acıları paylaşarak hafifletmeyi başaran bu coğrafyanın insanına, ne acıdır ki son iki yüzyılda acıları ayrı tutmaları, özelleştirmeleri, kutsamaları, yeniden yeniden üreterek katmerlendirmeleri salık veriliyor.
20. yüzyılda Amerika'ya göç eden Bitlisli Ermeni bir ailenin Amerika'da doğan ilk ferdi olan William Saroyan, her ne kadar bu acıları doğrudan yaşamamış bir kişi olsa da, kendisini bu coğrafyanın bir ürünü sayıyor. Nitekim, kitaba adını veren "Yetmiş Bin Süryani" öyküsünün giriş paragrafı bu aidiyet duygusunu yeterince sergiliyor:
"Kırk gün kırk gecedir saçlarımı kestirmemiş, işsiz kemancılara benzemeye başlamıştım. Bilirsiniz bu görüntüyü: iflas etmiş ve Komünist Parti'ye katılmaya hazır bir dâhi. Küçük Asya'dan gelen biz barbarlar kıllı insanlarızdır; saç tıraşının vakti geldiğinde, sahiden de gelmiş demektir."
Aras Yayıncılık tarafından Ekim 2004'te yayınlanan kitapta, Saroyan'ın The Daring Young Man on the Flying Trapeze, Inhale and Exhale, Madness in the Family kitaplarıyla Hairenik Daily ve Saturday Evening Post gazetelerinde yayınlanmış olan 19 öyküsü bir araya getirilmiş.
İlk kez 70 yıl önce, "Seventy Thousand Assyrians" başlığıyla yayınlanan "Yetmiş Bin Süryani" öyküsünde, bu saç tıraşı gelmiş Küçük Asyalı ile saçlarını kestirmek için seçtiği berber Theodore Badal'ın bu yeni coğrafyada kesişen yolları anlatılmaktadır. İkisi de Küçük Asya'dan binlerce kilometre uzakta San Fransisco'nun kalabalığına karışmıştır.
Berberlerin boy gösterdiği Üçüncü Cadde'de tüm berberler gibi Theodore Badal da, "yüreği ne kadar dolu olsa da, onunla konuşulana kadar konuşmaz. " İlk soran Saroyan olur: "Bu isim," dedim, "Badal. Ermeni misin?" Ben Ermeniyim. Bunu daha evvel de söylemiştim. İnsanlar bana bakarlar ve merak etmeye başlarlar, ben de çıkar onlara söylerim. "Ben Ermeniyim," derim. Bu anlamsız bir söz, ama söylememi bekliyorlar, ben de söylüyorum. Ermeni olmanın nasıl bir şey olduğuna dair bir fikrim yok, ya da İngiliz veya Japon veya başka bir şey. Sadece yaşamanın ne olduğuna dair küçük bir fikrim var."
Saroyan Badal'a "Ermeni misin?" diye sormuştur ancak soru kendi beyninde başka çağrışımları yapar: " Biz küçük bir halkız ve ne zaman içimizden biri diğeriyle karşılaşsa bu bir olay olur. Etrafta daima kendi dilimizde konuşacağımız birini ararız. En ateşli siyasi partimiz dünya üzerinde bizden yaklaşık iki milyon kişi olduğunu tahmin ediyor ama birçoğumuz böyle düşünmüyor. Kağıdı kalemi elimize alıp oturur, her defasında dünyanın bir parçasını ve orada yaşayan en fazla ne kadar Ermeni olabileceğini tahmin edip kâğıda yazarız, sonra dünyanın başka bir kısmına geçeriz. (...) En iyi rakamları topladığımızda bir milyondan biraz daha az eder. Sonra ailelerimizin büyüklüğünü, doğum oranımızın ne kadar yüksek, ölüm oranımızın ne kadar düşük olduğunu (katliamların ölüm oranını arttırdığı savaş zamanları hariç) ve bizi çeyrek yüzyıl kendi halimize bıraksalar ne kadar hızlı çoğalacağımızı düşünüp hayli mutlu oluruz..."
Theodor Badal'ın yanıtı "Süryaniyim" olunca, Saroyan bu kez de şöyle düşünür:
"Eh, bu da bir şeydir. Onlar, yani Süryaniler de, dünyanın bizim geldiğimiz kısmından gelmişlerdir, burunları bizim burunlarımıza, gözleri bizim gözlerimize, kalpleri bizim kalplerimize benzer. Dilleri farklıdır. Konuştukları onları anlayamayız, ama bize çok benzerler. Badal'ın Ermeni çıkması kadar hoş olmasa da bu da önemli bir şeydi."
Bu aynı dünyanın iki insanı konuşmaya başlarlar. Saroyan tanıdığı Süryanilerden söz eder, geldikleri coğrafyadan... Badal; "Süryanice okumam yok. Anayurtta doğdum ama artık orayı unutmak istiyorum, " der. "Neden?" diye sorar Saroyan...
"Bir zamanlar büyük bir halktık", diye devam etti. "Fakat bu dündü, hatta dünden önceki gün. Şimdi artık antik tarihin bir parçasıyız. Büyük bir medeniyetimiz vardı. Hâlâ bize hayranlar. Bense şimdi Amerika'dayım, nasıl saç kesileceğini öğreniyorum. Ulusumuz silindi, bittik, her şey bitti, dili okumayı neden öğreneyim ki? Yazarımız yok, okunacak haberimiz yok."
Bu sözler Saroyan'ı incitmiştir. Ermeniler için de durumun pek farklı olmadığını anlatmaya çalışır ona, umut vermeye çalışır. Ancak Badal umutsuzdur. Saroyan'a bir soru yöneltir:
"Dünyada bizden kaç kişi kaldığını biliyor musun?"
"İki ya da üç milyon," dedim.
"Yetmiş bin," dedi. "Hepsi bu kadar. Dünya üzerinde yetmiş bin Süryani var ve Araplar hâlâ bizi öldürmeye devam ediyor.(...) Artık umut yok. Süryani ülkesini unutmaya çalışıyoruz. Babam hâlâ New York'tan gelen bir gazeteyi okuyor, ama o yaşlı bir adam. Yakında ölecek."
Derken birden sesi değişti, Süryani gibi konuşmayı bırakıp, berber gibi konuştu : "Üstten yeterince aldım mı?" diye sordu. Hikâyenin gerisi anlamsız."
Saroyan bu kadim halkın genç, uyanık ama umutsuz evladı Badal'ın ne demek istediğini çok iyi anlamıştır: "Yetmiş bin Süryani, bu büyük halktan geriye kalan sadece yetmiş bin kişi, gerisi ölüm uykusunda, bütün o azamet harap olmuş ve unutulmuş Amerika'da berber olmayı öğrenen ve tarihin akışının yasını tutan genç bir adam."
Saroyan da iyi bilmektedir, bu yeni coğrafyada artık ne kendisinin tam bir Ermeni, ne de Badal'ın tam bir Süryani olduğunu... Yeni coğrafyalarında, yeni kültürün biçimlendirdiği bir Ermeni ve Süryani olduklarını... (HA/BA)