The Guardian gazetesi, daha önce tutuklanıp serbest bırakılan ve hala cezaevinde olan altı gazetecinin tanıklıklarını aktardı.
Ahmet Şık, Necmiye Alpay, Ahmet Altan, Aslı Erdoğan, Mehmet Altan ve Erol Önderoğlu'nun tanıklıklarının aktarıldığı haberde gazetecilerin cezaevinde günlerini nasıl geçirdikleri, hissiyatları, yaşadıkları zorluklar ve yargı sürecine ilişkin düşünceleri yer alıyor.
Ahmet Şık: Bir Avuç Gökyüzü Dahi Tel Örgülerle Gasp Ediliyor
Hapislik zor! Gazetecilik faaliyetlerinin suç olarak gösterilip, ait olmadığımız bir geçmiş ve ne olacağını bilmediğimiz bir gelecek arasında sıkışıp, bir boşlukta kalmışken daha da zor.
Dışarda akıp giden dünyayla kurabildiğimiz tek bağ dört bir yanı jiletli tellerle çevrili sekiz metrelik duvarın üzerinden göz kırpan bir avuç gökyüzü. Ancak bu bir avuç gökyüzünün dahi tel örgülerle gasp edildiği bir yerde olunca her şey daha da zor.
Her şeyin katı ve eşitsiz olduğu bu yerde kitaplar ve mektuplar ışıl ışıl bir özgürlük elbette. Ama onlar da yok. Çünkü yasak! Televizyon ve gazete olması avutmuyor. Zira ekranlar ve sayfalardan aktarılanlarla Türkiye'deki hakikat arasında çok uzun zamandır çok derin bir uçurum var.
Alaturka Führer'in makbul gazetecisi olmamaya direnip de özgürlüğünüz alıkonulmuş, bir avuç gökyüzünüz dahi gasp edilmişken, kitaplara ve mektuplara erişemezken ne hissedilirse onu hissediyorum.
Uykunuzdan uyandırıldığınızda hiç bilmediğiniz bir yerde hiç bilmediğiniz insanların arasında kendisini bulmuş gibi yabancısı olduğunuz ve çeşitli tuhaflıkların yaşandığı bu yerde konuşulan dili bilmiyorsunuz. Konuşulanları anlamıyorsunuz. Her şeyi görüyor her şeyi anlıyor ama bunları dilediğinizce anlatamıyorsunuz. Çünkü zaten bunları anlatacak bir insan yok.
Karşınıza çıkarılan insanlarla aynı dili konuşmuyorsunuz. Yani her şeyi duyabiliyorken sağır, her şeyi görebiliyorken kör, her şeyi anlatabiliyorken dilsizsiniz bu yerde. Ben de öyle bir yerdeyim.
Ahmet Altan: Saçmalama Türkiye'de yaşam biçimi haline geliyor
Hapishanede yaşadıklarım bir gün kitap olarak yazılacak türden. Beni buraya koymalarından önce aklımda bir roman vardı. Sürekli onu düşünüyorum.
Üç kişi bir hücrede yaşıyoruz. Gün boyunca başka kimseyi göremediğimiz ve yürüyüş yaptığımız çok küçük bir avlu var.
Diğer mahkumlardan veya cezaevi memurlarından fiziksel tehlike hissetmiyorum.
OHAL şartlarında burada tutulduğumdan dolayı mektup (ya da yazılı herhangi bir iletişim aracı) almak kesinlikle yasak. Haftada bir avukatımızla görüşüyoruz fakat iletişimimiz tamamen sözlü geçiyor.
Bize karşı yöneltilen suçlamaların gülünç olduğu doğrudur. Saçmalıyorlar fakat asıl sorun saçmalamanın Türkiye’de yaşam biçimi haline gelmesi. Sanki bir çöl adasında yaşıyormuşum gibi. Kendimi Robinson Crouse gibi hissediyorum fakat geminin gelip gelmeyeceğini bilmiyorum.
Mehmet Altan: Demokrasi talep ettiğim için şüpheliyim
Bir koğuşta üç kişi kalıyoruz (kardeşimle aynı koğuşta değiliz). Dışarıdaki sevdiklerimizle tek başına olacak şekilde iletişim kuramıyoruz. Mektup yazamıyoruz. İnsanlar bize mektup yollayamıyor. Bu yazdıklarım bile avukatlarım tarafından yazılmak zorunda.
Fiziksel tehlikeyi hissetmeme rağmen bütün varoluşçu duygu ve düşüncelerimi ertelemek zorunda kaldım. Olgun bir zihnin ihtiyaçlarının karşılanmadığı bir mekanda tutuluyoruz. Çizgili pijama giymek gibi. Sevincin ya da hissin olmadığı dar bir hayat.
Türkiye’de bir kez daha hukukun üstünlüğü hüküm sürdüğünde eminim ki bir saniyeliğine bile şüpheli olarak düşünülmeyeceğim. Ben bugün demokrasi talep ettiğim için şüpheliyim.
Aslı Erdoğan: Çok hırpalanmış hissediyorum
Hayal edebileceğimden çok daha fazla kırıldım, burkuldum. Çok hırpalanmış hissediyorum. Gözaltına alındığım gün, ben beklerken, polis gelip yedi buçuk saat boyunca evimi aradı, binlerce kitabımı ve okuma malzememi kalburdan geçirdi.
Beş gün boyunca tecrit hücresindeydim, sadece bir saat [hapishane] avlusuna çıkmama izin verildi. Bir süre sonra delirebilirsiniz. Hapishaneye ilk geldiğimde 48 saati susuz geçirdim. Şoktaydım, ki bu biraz da uyuşturucu etkisi yarattı.
Yetkililer sizi insan değilmişsiniz gibi hissettirmeye çalışıyor. Önce parmaklıkların arkasından, sonra sizinle konuşmaya geldiklerinde sadece kapıdaki alçak bir bölmeyi açıyorlar. Ekmeği de bu şekilde veriyorlar.
Terörü desteklemekten tutuklandığım için PKK militanı olmakla suçlanan kadınlarla aynı koğuşa kondum. TCK 302 maddesince tutuklandım ama bu suçlama için ya bir orduya sahip olmanız ya da PKK kurucusu olmanız gerekir.
O kadar açık bir hukuksuzluk vardı ki, çok öfkelendim. Bir gazete terör örgütü olamaz ve ben burada 2013 yılından beri yazmadım.
Hapishanede bitkiler yasaktı ancak bazı kadınlar bu yasağa rağmen tuvalette bitki yetiştirmeye çalışıyorlardı. Bu bitkilerle ilgilenme şekilleri gerçekten inanılmazdı. Daha sonra yakalandılar ve bitkilerin ellerinden alınmaması için yalvardılar. Bu durum karşısında ağlamama engel olamadım.
Hava sıcak olduğunda avluya gidip, boş saatlerim olan 12-2 arası bale yapıyordum. Mahpus arkadaşlarım bu durumu biraz tuhaf bulsa da bu bana bir normallik hissi veriyordu. Ateşim çıktığında, benimle bir bebekmişim gibi ilgilendiler.
O kadar fazla şeyi özledim ki… Duvarlar tarafından çevrelenmeden yürümek, klasik ve caz müzik dinlemek, dans etmek, dünya, deniz. Günbatımını veya doğumunu göremiyorsunuz; yalnızca bir parça gökyüzü ve dikenli teller.
Kendimi tecavüze uğramış gibi hissediyordum. Artık yazarlara böyle şeyler yapıldığını biliyorum çünkü bunun ne kadar can acıtıcı olduğunu biliyorlar. [Avrupa mahkemesinin müdahalesi sonrası] salınmam da sadece bu sürecin sündürülmesiydi. İlk akşam, bir bulantı ve çığlıkla uyandım. Hangi kahveyi sipariş edeceğimi hatırlamakta zorlanmıştım.
Eve ilk kez daha yeni döndüm. Annemle kalıyordum. Telefon rehberlerim ve banka kartlarım gitmişti. Bale ayakkabılarımı bulamadığımda yıkıldım.
Her yeri didik aramışlar. Eşyalar dört bir yana saçılmış. Dairesinden tek bir parça kağıt bile atmayan birisiyim. Tecavüze uğramış hissettim. Bunun ne kadar can acıtıcı olduğunu bildikleri için artık yazarlara böyle davrandıklarını biliyorum.
Necmiye Alpay: Hapiste ağlamadım, belki de ağlamalıydım
2016 Ağustos ayının sonlarına doğru, danışma kurulunun diğer üyeleri ile birlikte polis tarafından “arandığımı” öğrendiğimde İstanbul dışındaydım. İfade vermem tavsiye edilmişti. Böylece avukatımla birlikte savcının ofisine gittiğimizde bana “Özgür Gündem’in PKK’nın bir organı olduğu ve künyesindeki her ismin bir çeşit terör propagandacısı olmaktan süpheli” bulundukları söylendi.
Basın ve ifade özgürlüğünü desteklediğimi ve Kürt meselesinin demokratik ve barışçıl bir şekilde çözümüne inandığıma fakat şiddeti ya da teröristleri tasvip etmediğimi anlattım.
O gün tutuklandım. Dayanışma içinde olduğunuzu söylediğiniz an bittiniz.
Hapse ilk atıldığınızda, tecrit altında bir, iki üç gün geçirirsiniz ki sizi gözlemleyebilsinler. Belki bunda bir mantık vardır. Yatağım temizdi, su ve sabun verildi. Çok uyudum.
Sonra “PKK koğuşu’na alındım. Koğuşta 21, 22 kadındık ve onları tanıdığıma mutluydum. İlk defa Kürt insanlarla yaşıyordum. Onlarla yaşamak oldukça kolaydı çünkü kendi ortak kuralları vardı... Neredeyse bir öğrenci yurdundaki gibi.
1980’lerde askeri darbe sonrası savcıların idam cezası talep ettiği dönemde de hapis yatmıştım. Şimdi hakkımda müebbet hapis talebi var.
PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan’la aynı suçlama var hakkımızda. Bu sizi düşünceleriniz, işlemediğiniz bir suç için cezalandırmanın bir yolu, bir çeşit işkence, sizi korkutmak için.
Suçumuza dair tek “kanıt”, künyede basılı isimlerimizdi. Çok öfkeliydim ama zaman zaman da gülüyordum çünkü bu bir çeşit maskaralıktı.
Hapse atıldığımda işim de durdurulmuş oldu. Hazırladığım kitaba artık devam edemiyordum. Fakat durumdan yararlanmaya çalıştım ve Kürtçe öğrenmeye başladım. Hapiste ağlamadım. Belki de ağlamalıydım, fakat hayır.
Belki de en kötü şey bilmiyor olmaktı - yakında özgür kalacak mıyız yoksa burada mı kalacağız? Bugün Türkiye için de bu geçerli. Ülkemizi neyin beklediği konusunda emin olamıyoruz.
Erol Önderoğlu: Resimdeki onlarcasından birisiniz
18 Mayıs’ta yayımlanan günlük Kürt gazetesi Özgür Gündem’de ismim editörler arasında göründüğü için tutuklandım. Aslında, editörlük yapmadım, makaleleri bile okumadım. İsmim dayanışmanın sembolü olarak orada yer aldı.
Suçlandığım gün savcıyla görüşmek üzere kendim adliyeye gittim. [Savcının] Mesajı şuydu: “Bunun bir kampanyanın parçası olması umrumuzda değil. Eğer medya özgürlüğünü savunuyorsanız sizi PKK propagandası yaymakla suçluyoruz.”
Açıkça, yayımlanan makalelerin, güvenlik güçleri ile PKK arasında süregelen operasyonlar hakkındaydı, Türkiye halkının ortak çıkarı olduğunu söyledim. 20 yıldır her siyasi kanatın ifade özgürlüğünü savunuyorum. Bu da daha farklı değildi.
20 Haziran’da tutuklandım ve 10 gün boyunca iki ayrı hapishanede kaldım, ki bu bazı meslektaşlarımın deneyimine kıyasla çok kısa bir süre.
Uluslararası baskı sayesinde, ki artık Erdoğan’ın diplomatik kavgalarıyla enerjisini emdiği için [bu baskı] çok azaldı, serbest bırakıldım.
Hapiste fiziksel olarak zarar görmesem de, cezaevini mesleğimin artık hükümet tarafından hoş karşılanmadığı, tehdit olarak algılandığı hissiyle terk ettim: Gazeteciler ve sivil toplum ortadan kaldırılmıştı.
En zoruysa eşim ve oğlum beni ziyarete geldiğinde onlarla cam duvar arkasından konuşmaktı. Ayrıca kaslarımı bu kadar hızlı kaybetmeme çok şaşırdım. Dışarıda oldukça aktif bir hayatım var.
Benden önce yargılananlar sistematik olarak mahkum edildi, bense hala davamla mücadele etmeme rağmen, sonunda benim de başıma aynısı gelecek. Ama üstünde durmamaya çalışıyorum. Şu anki durumda yalnız değilsiniz, resimdeki onlarcasından birisiniz.
(EKN/EA)