Devletin Egemenlik Alametlerine ve Organlarının Saygınlığına Karşı Suçlar kapsamında olan Ceza Yasası'nın (TCK) 301. maddesi “Türklüğü, cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini, devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükmünü içeren bir madde. Daha önce 159. madde diye bilinen 301. madde, AB reform sürecinde TCK'nin yeniden düzenlenmesi bağlamında 1 Haziran 2005 yılında yürürlüğe girdi ve bugüne kadar 120 kişiyi sanık durumuna getirdi. Bu arada, gazeteci Hrant Dink, Türklüğe hakaret ettiği suçlamasıyla yargılanırken, katledildi. Birçok yazar, bu madde yüzünden ulusalcı çetelerin tehditlerine maruz kaldı ve çoğu ülke dışına gitmek zorunda kaldı.
Biz de bu haftaki röportajımızda, uzun yıllardır tartışma konusu olan 301. maddeyi bianet’in (Bağımsız İletişim Ağı) ifade özgürlüğü editörü ve Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Örgütü’nün Türkiye’deki temsilcisi Erol Önderoğlu’yla konuştuk. Önderoğlu medyanın militarist bir anlayışla haber yaptığını, askerden gelen sansür emrine itiraz etmediğini söylerken, “TCK'nin 301. maddesinin uygulandığı 2,5 yıl içerisinde görüyoruz ki, bu maddeyi kullanarak yargıya şikayet eden kurumların başında Genelkurmay Başkanlığı geliyor” dedi.
TCK'nin 301. maddesinin düşünce özgürlüğüne zarar verdiği eleştirileri hep yapıldı. Ancak hükümet, 3 sene bekledikten sonra, bir değişime razı oldu. Peki, sizce neden üç sene bekledik?
Eski TCK'nin 159. maddesinin 301. maddeye dönüştüğü döneme baktığımızda, AB takvimi açısından acele edilmesi gereken bir değişim ortamı olduğunu görüyoruz. Ayrıca güvenlik kuvvetlerinin 159. maddeyle getirilen hükümlerin 301. maddeden çıkarılmasına karşı olduğunu görüyoruz, biliyoruz. Hükümetin neden üç sene beklediği sorusuna gelince, bunu birkaç argümanla açıklayabiliriz. Hükümet biraz safça 301. maddeyle ilgili Yargıtay’a gelen bir davayla özgürlükçü bir içtihat oluşmasını bekledi. 2004 Eylül’ünde yasalaşan TCK'nin, uygulanmaya koyulmasının beklendiği 1 Haziran 2005 tarihine kadar 301.madde sivil toplum ve basın meslek örgütleri tarafından eleştirildi. Fakat, Türkiye’de hiçbir hükümet yasa yaparken sivil topluma başvurmaz, başvurduğunda da belirtilen görüşlerin yasaya koyulmasından hoşlanmaz....
Siz güvenlik güçlerinin 159. maddenin değiştirilmemesini, hatta 301. maddenin bu minvalde kullanılır olmasını istediği söylüyorsunuz...
Evet hiç istemedi...
Peki geçen dönemde hükümetin statükoyu temsil eden orduyla arasının iyi olmadığını, seçimlere müdahale edilmek istenmesiyle hep beraber yaşadık. Sizce hükümet çalkantılı dönemde 301.maddeyi değiştirerek güvenlik güçlerinin rahatsız olacağı bir konuyu mu erteledi?
Gazeteciler ve hukukçular olarak 301.maddeyi sorgularken, yanı başımızdaki gerekçelerle sorguluyoruz, ama biliyoruz ki insanlar gibi, devlet kurumları içersinde de bir iletişim var. AKP hükümet olduğunda tecrübesiz bir duruşu vardı. Bir de İslami bir partinin hükümet olmasıyla devletin savunma kurumlarının gergin duruşu vardı. “301. madde hükümetin güvenlik kurumlarına şirin görünmenin bir yolu mu oldu?” dediğinizde, biz böyle bir şeye inanmaya hazırız.
Maddenin uygulandığı 2,5 yıl içerisinde görüyoruz ki, bu maddeyi kullanarak yargıya şikayet eden kurumların başında Genelkurmay Başkanlığı geliyor.
Peki 301. madde hakikaten devletin kurumlarını bu kadar güvenceye alan, kollayan bir güce sahip mi?
Şahsen 301. maddenin itibar ve kurumun kendini koruması anlamında bir kuvveti olduğunu düşünmüyorum.
Hukuki olarak bir kurumun, düpedüz hapis cezası öngören bir yasaya başvurarak kendini savunması doğru bir davranış değil. Toplum içinde güvenirliliği yüksek çıkan bir kurumun (TSK’yi kastediyor) kendini ifade etmesi için kurumsal iletişimi ve medyayı bırakıp şahıslara dava açmasını yakışıksız buluyorum.
Neden yakışıksız buluyorsunuz?
Kendini demokrasi olarak tanımlayan devletlerde hakaret, hapisle cezalandırılmayacak bir düzeye gelmiştir. Biz ise, en küçük bir hakarette hapis cezasına sarılıyoruz. Başbakan bunu çok iyi yapıyor. 301. maddeyi bir kenara bırakarak düşünsek bile, siyasi niteliği olan kişilerin siyasetçilerden, akademisyenlerden, yazarlardan gelen düşünce açıklamalarıyla ilgi dava açmaları, evrensel standartlara uymuyor. Biz toplum olarak hoşgörüyle her konuyu konuşurken, devletin kurumlarının neden bu kadar hoşgörüsüz olduğunu sorgulamamız gerekiyor.
Siz hükümetin 301. maddeyle ilgili yargıda özgürlükçü bir içtihat oluşmasını beklediğini söylediniz. Eğitim-Sen Tunceli eski Şube Başkanı Mehmet Hanifi Bekmezci görevdeyken, “Genelkurmay’ın talimatıyla, sivil faşist güçlerin de harekete geçirilip devreye sokulmasıyla ülkemizin çeşitli yerlerinde tezgahlanan linç girişimleri ve saldırılar henüz hafızalarımızda yerini korumaktadır” ifadeleri yüzünden 301.maddeden mahkûm edilmişti. Ancak Yargıtay 9. Ceza Dairesi bu ifadelerin ağır eleştiri olduğunu söyleyerek mahkûmiyeti bozdu. Sizce “Yargıtay’da özgürlükçü bir içtihat oluştu” diyebilir miyiz? Oluştuysa 301. değiştirmeye gerek var mı?
Söylediğiniz doğru. 2.5 yıl sonra Yargıtay’ın Bekmezci kararı 301.maddenin esasıyla ilgili çıkan ilk kararlardan diyebiliriz. Bekmezci kararı ağır eleştirinin kapsamının ne kadar geniş olduğunu gösterdi. Fakat bir macera uğruna Hrant Dink’i kaybettik. Gelinen noktada hükümet basın meslek örgütlerinin eleştirisini dinleseydi, fena mı olurdu? 301. maddede bu kadar diretilmesinin gereği var mıydı? Yargı kararlarının bu kadar tartışmaya açılması, yargı açısından iyi mi oldu?
Yargı açısından iyi olmadığı kesin, fakat “aynı zihniyette hakimler ve savcılar olduğu sürece 301. madde değiştirilse de fark etmez” diyen kesimler var. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Yeni TCK'nin uygulanmaya başladığı süreçte, yargıç camiasının bu kadar donanımsız olduğunu düşünemezdim. Kendilerine dava açılan yazarlar, gazeteciler mahkemelere yasa maddelerini öğrenerek, içselleştirerek, birer hukukçu olarak gidiyorlar. Bence düşünen insanları bu kadar zor duruma sokmanın bir anlamı yok. Türkiye’de düşünce üreten, bu düşünceleri tartışan kitleye baktığımızda azınlıkta olduğunu görebiliriz. Bu kadar azınlıkta olan bir kesim üzerine 301. maddeyi uygulamanın, 301.maddeyi bu kadar popüler hale getirmenin, Hrant Dink gibi birçok yazarı çetelerin eline teslim etmenin bir gereği yoktu.
Yargıçların donanımsız olduğu yargısına nasıl ulaştınız?
Formasyonları hakkında bir şey söylemek istemem, ama düşünce özgürlüğü açısından yargıçları değerlendirdiğimizde, uluslararası ifade özgürlüğü düzenlemelerini bilmeli, çok boyutlu düşünerek en adil kararı verebilmeliler. Yargıçların kıyaslamalı bir yargı çalışması yapacak kadar ikinci dilleri yok. Bir de bugün Türkiye, Avrupa kurumlarıyla doğrudan yazışma yapamadığı için, davalar beş altı aya atıyor. Mahkemelerin kendilerinin yazışma yapma noktasına gelmesi gerekiyor. Bunun yanında yargıçların hayat ve çalışma koşulları da çok kötü....
301. maddeye dönersek, maddedeki Türk yerine Türk Milleti, cumhuriyet yerine Türkiye Cumhuriyeti ifadelerinin kullanılması neyi değiştirir?
Şu ana kadar yapılacak yargılamaları değiştireceğini düşünmüyorum. Sadece şu terim yerine bu terim geldiği için değil, günlük işlerde siyaset çok etkili olmaya başladı. Savcıları dava açmaya motive eden nedenler çoğunlukla yoğun baskılar oluyor...
Peki 301. maddedeki değişim bir geriye gidiş olduğu ve 159’a geri döndüğümüz eleştirilerine katılıyor musunuz?
Uygulama açısından 301 ile 159 arasında bir fark yok. 159. maddeyi bol bol uygulayan bir yargı pratiğiyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla “159’a geri dönüyor muyuz?” tartışması uygulama itibariyle geçersiz bir tartışma, çünkü uygulanıyor. Mahkeme kararlarına baktığımızda, cezalandırmada hakimlerin çok fazla kanunlarla sınırlı olmadığını da görüyoruz. Mahkemeler kendisi bir devlet pozisyonu belirleyerek hareket ediyorlar. Mütalaa vermesi gereken bir savcıya bakıyoruz. Savcı araştırma yapıyor, kitaplarını tarıyor. “Ben bu bilimsel eseri tercih ettim” diyerek ceza hükmü koyabiliyor. Mütalaanın sınırı nedir? Hangi doneler baz alınır? Bunu tartışamıyoruz.
Peki 301. maddeyle ilgili dava açılması izninin Adalet Bakanlığı’na verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hapisle yargılanan insanlar açısından rahatlama kendileri için olur. Bunun yanında, geçmiş pratikten çekinen bir hükümetin tasarrufuyla suç duyurularının bir mercide tıkanması söz konusu olabilir.
Bir bakıma bu yönüyle düşünce özgürlüğüyle ilgili davaların siyasi sorumluluğu hükümete geçmiş olacak öyle değil mi?
Evet, artık davaların siyasi sorumlusu olacak. Bunun içinde Adalet eski Bakanı Cemil Çiçek, şikayet iznin bakanlığa verilmesi yerine, bakanlık içinde kurulacak bir birime verilmesi önerisinde bulunuyor. Bu durumda politik sorumluluktan çok şikayetlerin nerden geldiği noktasının önümüzdeki günlerde belirleyici olacağını düşünüyoruz.
Yani, röportajın başında söylediğiniz gibi, Genelkurmay Başkanlığı'nın 301. madde değişse bile kullanılmaya devam edeceğini söylüyorsunuz. Peki bu nasıl bir duruma neden olur?
301. madde bu şekilde kaleme alınmasından sonra kurumlar arasından bakışmaya sebep olacaktır.
Peki, dava açılması izninin bakanlığa bırakılmasını hukuki açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dava açılma izninin bakanlığa verilmesinin, yargıç ve yargı bağımsızlığına duyulan bir güvensizliğin sonucu olarak düşünüyorum. İdeal, güçlü bir yargıya inanan herkes, bu mekanizmayı handikap olarak görecektir. Önemli olan yargıçların şartlarını düzeltmek, itibarlı bir meslek olduğunu teslim etmek, yargıç formasyonuna ağırlık vermek.
Ama az önce yargıçların donanımsız olduğunu söylediniz...
Adaletin sağlanmasının yargıçların elinden yetkilerinin alınarak yapılmasından yana değilim. Bu onlara güvenerek ve şartlarını düzelterek yapılmalı. Ayrıca ifade özgürlüğü alanında zorluk çekenlerin yargıyla olan diyaloğu sağlanmalı ve şikayetler belirtilmeli.
301. maddenin devletin kurumlarını korumak için uygulandığını biliyoruz. Fakat son dönemde askeri haberlere büyük bir sınırlama ve sansür getirildiğini görüyoruz. Bu durum neyi gösteriyor sizce?
Sorunun birkaç günde, birkaç yılda çözülecek bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Çatışma ortamında bağımsız habercilik yapmanın önünde, bizatihi bir kısım medyanın duruşu var. Medyanın önemli bir bölümü kendine reva görülen kısıtlamaya karşı çıkmıyor. Militarist bir anlayışı benimsemiş olarak habercilik yapılıyor. Haber bültenlerinin sadece Genelkurmay Başkanı’nın görüntüleri verilerek geçirildiği oluyor. Medya, militarist konularda alternatif anlamda bir araştırma yapabilecek durumda değil. PKK’ya esir düşüp, teslim edildikten sonra Türkiye’de tutuklanan sekiz askerle ilgili Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nin getirdiği yayın yasağına medyanın itirazının olmadığını görüyoruz. Oysa ki bu karardan bir hafta önce RTÜK üzerinden sansür empoze ederken, hükümete karşı bütün basın meslek kuruluşları ayaklanmıştı. Bir kere bu ikilemi aşmamız gerekiyor. Bu işi medya içersinden tartışmaya açmak gerekiyor. “Biz, neden toplumda git gide eriyen bir itibarımız olduğu halde, gazeteci duruşumuzu sorgulamıyoruz. Hiçbir büyük şirketle ilgili eleştirel haber yapamıyoruz. Niçin askeri meseleler ve insan hakları konusunda belli yerde durmaya rıza gösteriyoruz” demeleri lazım...
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün Türkiye Muhabiri olarak Atatürk’ü koruma ve kollama kanunun hakkındaki görüşleriniz neler?
301. maddeyle ilgili aynı şeyi söylemiş olacağım; Yargının harekete geçmesini gerektiren ifadelerin sövme niteliğinde olması gerekir. Eleştirel, ağır eleştirel açıklamalarda yargının harekete geçmemesi lazım. Atatürk’ü örnek verdiniz, insanlar sokaklarda Atatürkle ilgi konuları çok rahat konuşabiliyorlar. Bunun esere dönüşmesi neden sıkıntıya yol açıyor, bilmiyorum. Yargının her şeye harekete geçme refleksi yanlış. Yargının verdiği kararın itibarlı olması ve tartışma konusu olmaması gerekiyor. Olmaması için de yargının günlük tartışmalara katılmaması gerekiyor.Yargının, fazla yorulmaması ve itibarının daha fazla zedelenmemesi için, yayın yoluyla ağır eleştiriyi sövmeden ayırması gerekir. (HHK/TK)