12 Eylül 2012’de cezaevlerinde başlatılan açlık grevlerinin Abdullah Öcalan’ın talimatıyla sonlandırılması üzerine başlayan “yeni süreç”, geçen yılla kıyaslandığında bir hayli farklı yönde ilerliyor. Hatırlanacağı gibi temmuz ayından itibaren PKK (Kürdistan İşçi Partisi) başta Şemdinli-Dağlıca-Çukurca üçgeninden başlayıp Beytüşşebap’a kadar uzanan bir hatta daha önce hiç denenmemiş bir silahlı mücadeleye girişmiş, benzer yoğunlukta eylemlerini Dersim ve civarında da gerçekleştirmişti. PKK’nin bu yoğun eylemleri karşısında hükümet Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmaya yanaşmak yerine KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) operasyonlarını artırmış ve Şemdinli yolunda bir grup PKK militanıyla karşılaşan BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmak için harekete geçmişti.
PKK’nin eylemlerini yoğunlaştırmasının arkasında üç temel etmen yatıyordu:
1- Abdullah Öcalan’a Temmuz 2011’den beri uygulanan tecrit,
2- Türkiye’nin PYD (Demokratik Birlik Partisi) öncülüğünde göreli bir özerkliğe doğru yol alan Suriye Kürtlerine müdahale etmesi ihtimali
3- 2009’dan beri sistematik olarak sürdürülen KCK operasyonlarının aynı hızla devam etmesi.
Giderek daha geniş toplumsal katmanların desteğini alan ve bu yüzden de her alanda hâkimiyet sağlamaya yönelen AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi), Kürt hareketini bu şekilde bertaraf ettiğinde Türkiye’de tartışmasız bir hegemonya kurmayı, devleti de Ortadoğu’nun en etkin aktörü haline getirmeyi planlıyordu. Bunun için kâh “açılım”, kâh “kapanım” taktiklerine tanık olduk. PKK’li tutuklu ve hükümlülerin açlık grevinden sonra başlayan ve 2013’ün başına denk düşen “yeni” sürecin ne tür riskler barındırdığını anlayabilmek için 2009’dan itibaren yaşanan olayları anımsamakta fayda var.
29 MART 2009 Yerel Seçimler
2009’daki yerel seçimlerden bölgede göreli bir başarı elde ederek 99 belediyeyi kazanan BDP’nin ve Kürt hareketinin etkinliğinden çekinen hükümet, KCK operasyonlarıyla milletvekilleri dâhil binlerce Kürt siyasetçinin hapse atılması stratejisini, seçimlerden bir hafta sonra başlattı.
KCK operasyonlarının başlamasından hemen sonra, Mayıs 2009’da Hasan Cemal’in PKK liderlerinden Murat Karayılan’la yaptığı mülakat Milliyet’te yayınlandı. Mülakattan beş gün sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “bu fırsatın kaçmaması lazım” diyerek açılımın sürmesi gerektiğini ifade etti. Bu esnada küçük çaplı da olsa çatışmalar sürerken, PKK 15 Temmuz 2009’da eylemsizlik kararını 1 Eylül’e kadar uzattığını açıkladı. 23 Temmuz’da da Başbakan Erdoğan, Kürt sorunun çözümü konusunda “açılım” başlattıklarını resmen açıkladı. Bir hafta sonra da (1 Ağustos 2009) dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay önderliğinde, gazeteci ve akademisyenlerin davet edildiği Polis Akademisi’ndeki çalıştayı topladı.
Aynı tarihte Öcalan, Kürt sorununun çözümü için 15 Ağustos’ta bir yol haritasını ortaya koyacağını açıkladı. Ne var ki hükümet Öcalan’ın yol haritasının kamuoyuyla paylaşılmasını engelledi. Hükümet, tıpkı BDP heyetinin Öcalan’la yaptığı görüşmenin tutanaklarının ifşa edilmesinden duyduğu rahatsızlık gibi, o tarihte de Öcalan’ın yol haritasının açıklanmasından çekindi ve süreci şeffaf yürütmekten imtina etti. 5 Ağustos 2009’da ise Erdoğan-DTP (Demokratik Toplum Partisi) görüşmesi gerçekleşti. Erdoğan bu görüşmeden bir hafta sonra (11 Ağustos) AKP grup toplantısında sorunun çözümü konusunda olumlu mesajlar verdi.
21 Ağustos’taki MGK toplantısında ise “çalışmaların devamı tavsiye edilmiştir” dendiği basına yansıdı. Bu esnada çatışma, operasyon ve ölüm haberleri gelirken PKK eylemsizlik kararını 23 Eylül’e kadar uzattığını açıkladı. DTP milletvekilleri ise süreç boyunca sorunun çözümü konusunda esas muhatapların PKK ve Abdullah Öcalan olduğunu vurgulamaya devam etti ve Öcalan’ın yol haritasının açıklanmasını istedi. Beşir Atalay’ın randevu talep ettiği CHP ise, görüşmenin kamera kaydına alınması şartını koşuyordu. Böylesi bir ortamda, 19 Ekim 2009’da, aralarında 8 PKK militanının bulunduğu 34 kişilik bir grup, Habur Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriş yaptı. PKK’li grup, Öcalan’ın talimatıyla Türkiye’ye geldiklerini ifade etti ve gözaltına alınmadılar. Ancak Habur’daki barış gösterileri başta CHP ve MHP olmak üzere milliyetçi-ulusalcı muhalefetin hedefi haline getirilirken, yaygın medya da bu barışçıl karşılamayı “zafer gösterisi” olarak lanse edince, ilk başta olayı “güzel görüntüler” olarak yorumlayan Başbakan Erdoğan, geri adım atmaya başladı. Barışa vesile olması beklenen Habur süreci, hükümetin geri adım atmasıyla tersine döndü.
22 Kasım’da DTP’nin İzmir’deki konvoyu saldırıya uğradı. 7 Aralık’ta ise PKK, Tokat’ın Reşadiye ilçesinde 7 askerin ölümüyle sonuçlanan bir eylem gerçekleştirdi. “Açılımla” başlayan 2009 yılı, Reşadiye olayından beş gün sonra (11 Aralık) DTP’nin kapatılmasıyla nihayete erdi.
12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu
Yerel seçimlerden önce başlayıp seçimlerden hemen sonra KCK operasyonlarıyla yavaş yavaş kapanmaya başlayan “açılımın”, 12 Eylül 2010’daki Anayasa Referandumu dolayısıyla yeniden belirdiğini kamuoyu referandumdan hemen önce öğrendi. Zira MİT ile PKK heyetinin Oslo’daki görüşmelerinin kayıtları, kimliği henüz “belirlenememiş” olan aktörlerce internette yayımlandı. Öte yandan MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın referandumdan bir ay önce (Ağustos 2010) İmralı’ya giderek Öcalan’la da görüştüğü ileri sürülüyor. Mart 2010-Kasım 2011 arasında Öcalan’la 56 görüşme yapıldığı iddia ediliyor.
Bu, Oslo görüşmelerinin de yoğunlaştığı bir dönemdir. Referandum öncesinde kamuoyuna yansıyan Oslo görüşmelerini AKP inkâr etmedi, referandumda BDP’nin desteğini talep etti. BDP ise AKP’nin Kürt sorunu konusunda somut adım atmamasını ve KCK operasyonlarının devam etmesini gerekçe göstererek son anda referandumu boykot etme kararı aldı.
Referandumdan kısa süre sonra 31 Ekim 2010’da daha sonra TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) tarafından üstlenilen ve Taksim’de gerçekleştirilen canlı bomba eylemi ciddi bir kırılma yarattı. PKK bu eyleme sert tepki gösterdi. Diğer yandan, sonradan “Yetmez ama evet” sloganıyla anılacak olan ve sola yakın görünen bazı kesimlerle referanduma “hayır” diyenler arasındaki yoğun tartışmalarla genel seçimlerin yapılacağı 2011 yılına girildi.
12 Haziran 2011 Genel Seçimler
Hükümetin her seçim öncesi “açılım” yapıp seçim sonrasında çeşitli gerekçelerle geri adım atması, kamuoyundaki güvensizliği artırıyor. “Açılım” süreçlerin seçim odaklı olduğuna dair kuşkuları artıran en önemli unsurlardan biri ise kamuoyunda Oslo Mutabakatı olarak bilinen ve iddiaya göre PKK ile MİT arasında imzalanan metnin üç maddesinin, 12 Haziran genel seçimlerine odaklanmasıydı. O maddeleri hatırlayalım:
5. Madde: Türk tarafı, seçimlerden sonra en kısa zamanda örgütü temsilen iki kişinin Sayın Öcalan’ı ziyaret etmesi, yukarıda adı geçen konsey ve komisyonlar kurulduktan sonra, birer alt komisyonlarının da Sayın Öcalan’la ilişkilendirilmesini taahhüt eder.
7. Madde: Taraflar, seçimlerin güvenli bir ortamda geçmesi ve ortamın normalleşmesi için, en üst düzeyde kamuoyuna açık çağrı yapacaklardır.
8. Madde: Kürt sorununun nihai çözümünün, ancak çatışmasızlık zemininde gerçekleşebileceğinden hareketle tüm askeri, siyasi ve diplomatik operasyonları ve eylemlerin durdurulması ve uygun tedbirlerin karşılıklı geliştirilmesi esastır. Bu çerçevede taraflar, 15 Hazirana 2011’e kadar her türlü operasyon ve askeri eylemlerini durdururlar.
9. Madde: Taraflar, müzakereleri derinleştirmek ve gündemdeki konuları tartışmak üzere hazırlıklarını yaparak 2011-Haziran ayının ikinci yarısında bir araya gelmeyi kararlaştırmışlardır.
Bilindiği gibi süreç bu maddelerin öngördüğü çerçevede ilerlemedi. “Açılım süreci”, AKP’nin 12 Haziran seçimlerinde büyük bir başarı kazanmasından sonraya denk gelen iki olay gerekçe gösterilerek sona erdirildi. Bu olayların aynı güne denk düşmesi de ayrıca anlamlı bulundu. Hatırlanacağı gibi 14 Temmuz 2011’de, Oslo Mutabakat Metni’nin kararlarına aykırı olarak operasyona çıkan TSK birlikleri ile PKK militanları arasında sonradan “Silvan olayı” olarak bilinen çatışma çıktı. 13 asker hayatını kaybetti. Aynı gün DTK (Demokratik Toplum Kongresi) demokratik özerklik ilan etti. Bu iki olaydan ve genel seçimlerden bir ay sonra, Temmuz ayında Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesine son kez izin verildi.
Öcalan’ın bu görüşmede devletle anlaştıklarını ve iki ay içinde bir Barış Konseyi kurulacağını söylediği basına yansımıştı. Ancak böyle bir konsey kurulmadığı gibi Öcalan’ın çok sayıda avukatı gözaltına alındı ve tutuklandı. 2011’in son günlerinde, Uludere’ye bağlı Roboski Köyü’nün Irak sınırı civarında Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçaklarının bombardımanıyla, aralarında çocukların da bulunduğu 34 kişi katledildi. Katliamdan dolayı ne TSK ne de AKP hükümeti özür diledi.
Bu katliam, 2009’dan beri devam eden açılım-kapanım git-gellerinin yarattığı güvensizliği ve öfkeyi had safhaya taşırken, Suriye’de yaşanan iç savaşta fiilî bir özerklik sağlamaya çalışan Kürtler, önemli bir güç olarak belirmeye başladı. Hükümet, deyim yerindeyse Kürt sorununda bir deliği kapatmaya çalışırken, başka alanlarda daha büyük delikler açmaya başladı. Sorun mevcut haliyle sürdürülemez noktaya geldi.
İmralı Süreci
Başta da belirttiğimiz gibi bir buçuk yılı aşkın süre boyunca tecritte tutulan Öcalan, PKK’li mahkûmların 12 Eylül’de başlattığı açlık grevi sırasında nihayet kardeşi Mehmet Öcalan’la görüştürüldü. Bu görüşmeyi takip eden süreçte de şu anda tanık olduğumuz “İmralı Süreci” başlatıldı.
2009’dan itibaren “açılım” sözcüğüyle tanımlanmaya çalışılan çözüm çabalarının hemen hepsi akamete uğramış gibi görünüyor. Ne var ki genel tablo, Türkiye’nin Kürt sorunu konusunda 2009 öncesine denk düşen ve neredeyse yüz yıldır devam eden geleneksel politikanın dışına çıkmak durumunda olduğunun bilincine vardığını gösteriyor. Bunun için de belli aralıklarla devlet, Kürt hareketinin üç önemli aktörü olarak bilinen PKK, Öcalan ve BDP ile temas kuruyor. “İmralı Süreci”nin önceki “süreçlerden” daha kapsamlı olduğu, BDP’nin bu süreçte Öcalan, PKK ve devlet arasındaki iletişimi de kolaylaştırma görevi üstlendiği görülüyor. (İA/HK)