Referandum maratonu finale yaklaştıkça, düzeysizleşen politik üslup halkın büyük tepkisini çekiyor. "Nonoş", "hokkabaz", "şeytan", "psikopat", "cırcır böceği" ve benzeri hakaretleri dinlemekten bıkan vatandaşlar, "Meclis in bir oturumunda kaldırabileceği yasaklar için bunca paraya zamana, emeğe yazık değil mi?" diyorlar.
TIKLAYIN - 1987: ALLAH REFERANDUMUNUZU VERSİN
İktidara geldiğinden beri Yunanistan’la dostluktan söz eden, itidalli, politikasıyla takdir toplayan, hatta Nobel Barış Ödülü’ne heveslendiği söylenen adam, şimdi boynunun damarlarını şişire şişire bağırıyordu: “Mavi, Yunan rengidir, Yunan!”
Ve yine yıllardır sosyalist enternasyonal üyeliği yapmış bir başka adam, bir başka kentte cevap veriyordu: “NAT tatbikatlarına bakın, mavi Türk, turuncu komünist rengidir.” Bir başkasına bakılırsa, turuncu “nonoş” rengiydi. Nonoşlukla suçlanan hemen cevabı yapıştırıyordu: “Bazıları nonoş diyorlar. 6 Eylül’de hayır çıkarsa bir tarafları acımayacak mı?”
Ve bu böylece sürüp gidiyordu. Hem de haftalardır...
TIKLAYIN - 1987: BASININ KALEMİNDEN "DÜZEYSİZLİK"
Küfürlerin en sunturlusu, alayın ve hakaretin en seviyesizi, sataşmanın en adisiyle boğularak geçirdiğimiz haftalardan sonra, artık tüm kamuoyu yaka silkiyordu: Bir demokrasi oylamasını bu kadar düzeysizleştirmeye kimin hakkı vardı?
Yasakların kalkması için referandum adıyla sürdürülen bu mahalle kavgasında neler kullanılmamıştı ki?
“Oy vermeyin arıya, teslim olmuş karıya” diyordu DYP sloganları.
“Karısına söz geçiremeyen, eşkıyaya ne yazar”dı?
El ilanlarında, Zeynep Özal’ın mini etekli resimlerini, Semra Özal’ın Bedreddin Dalan’la yanak yanağa öpüşürken çekilmiş fotoğraflarını basıyorlardı.
Ya ANAP’ın el ilanları? Yeri geldiğinde 141-142’yi değiştirmekten, fikir suçu olmaması gerektiğinden söz eden ANAP’lılar, şimdi el ilanlarında “Evet derseniz, Behice Boran, Doğu Perinçek, Abdullah Baştürk affedilecek” temasını baş malzeme olarak kullanıyorlardı.
Bu arada bazı milletvekilleri adlarını duyurmak için bütün yaratıcı zekâlarım kullanarak ilginç çıkışlar yapmaktaydılar. Örneğin DYP’den Ali İhsan Elgin, Özal’ın referandumdan sonra kaçacağı iddiasıyla sınır kapılarında önlem isterken, kimileri de sürekli, Özal’ın psikolojik muayeneye şevkini öneriyorlardı.
“Kıç üstü, hokkabaz, palyaço, bukalemun, ruh hastası, psikopat, cırcır böceği, mert, namert, mangal yürek,” sözleri etrafında sürüp giden bu düelloda bir de renkler savaşı veriliyordu.
Demirel geçerken, Nazilli yakınlarındaki bir kır kahvesinde ağaçların tümü maviye boyanıyor, Son Havadis gazetesi mavi kâğıt kullanmaya başlıyordu. Geçtiğimiz günlerde bir hastanede yapılacak açılış töreni öncesinde, halıların mavi olduğunu gören bir bakanın talimatıyla, bütün halılar ve dekorasyon iki üç saatte değiştirilerek alelacele bulunan turuncu halılar seriliyordu.
ANAP Genel Merkezi’nde bayan personele turuncu elbiseler giydirilmişti. Özal’ı Ankara’dan Sivas’a götüren Özel Talya Hava Yolları uçağında hosteslerin eşarbından bluzuna kadar her şey turuncuydu. Ve bir gazetemiz artık çığırından çıkan renk savaşına bir soruyla katılıyordu: “Hosteslerin külotu ne renk?”
TIKLAYIN - 1987 REFERANDUMU: ÖZAL 75 BİN OYLA KAYBETTİ
Referandum şantajları
“76 yaşında 9 çocuk babasıyım. Hazinenin bana verdiği araziyi referandumda hayır oyu vermezsen geri alırız deniliyor.” Niğde’nin Kanatlı köyünden Salim Sönmez adlı yurttaş Vehbi Dinçerler’e dert yanarken böyle diyordu. Referandum öncesi vatandaşların, kurumların yaşadıkları sayısız şantajdan biriydi bu. Devletin en doğal hizmetleri şantaj konusu haline getirilmişti. Köylünün elindeki mahsulün alımı için 7 Eylül bekleniyordu.
Özal meydanlarda, “Köylüyü paraya boğacağız, var mı diyecekleri?” diye bağırıyordu ama tabii halk, geçmişe dönüşe hayır diyecek miydi bakalım?
Konut sorunu belediyelerin elinde silah olarak tutuluyor, atamalar, tayinler, kararnameler sümenler içinde “hayır”lı sonucu bekliyordu. SHP Genel Sekreteri Fikri Sağlar’ın iddiasına göre, Kocatepe Camii’nin açılışı bile referandum nedeniyle öne alınmıştı.
Beldelerin ilçe yapılması, bazı ilçelerin il statüsüne kavuşturulması vaatleri, hep referandum için dağıtılan mavi boncuklardı. İşte en sonunda, sporseverler de referandum için harekete geçirilmiş ve Kocaeli ile Bursalı hemşerileri referandum öncesinde hoşnut etmek için ligler de karıştırılmıştı.
Referandum şantajlarına bir de referandum kurbanlarını katmak gerekiyordu. Kamuoyunun en yakından tanıdığı kurban, Isparta Emniyet Müdürü Reşat Vural’dı elbette. Aklının başına gelmesi için Doğu’ya gönderilmesi beklenen Vural’ın yanısıra, Isparta mitinginde yakalanan 17 tutuklu da mahkeme önüne çıkmayı bekliyordu. Bu arada, Samsun’da bir muhtarlıkta işlenen referandum cinayeti maktulünü, Petek otobüsünün biçtiği 20 yurttaşı da referandum kurbanlarından saymak gerekiyordu.
“Asıl kurbanlar’” ise, referandumdan sonra verilecekti. “Evet” çıkan illerin ANAP il başkanları topun ağzında olduklarının bilincinde, can havliyle “hayır” için çalışıyorlardı.
TRT’de uzayan izinler
Referandum dönemi, TRT için de zor dönemlerden biri olmuştu. Kameramanlar, muhabirler neyin yasak, neyin serbest olduğu konusunda tereddüte düşüyor, olmadık hatalar yapıyorlardı. Örneğin, Hüsamettin Cindoruk Bursa’da konuşmuş, TRT bu konuşmayı uzun uzun çekmiş ama ekrana sadece vesikalık bir resimle çıkarabilmişti. TRT Haber Dairesi Başkanı Cafer Demiral, olayda bir kasıt olmadığına dair açıklamalar yapmak zorunda kalıyordu. Kimse kusura bakmasındı! Kameramanlar görüntülerin yasak olup olmadığını kestirememişler, kendisini de bulup soramamışlardı. Ayrıca Cafer Demiral, siyasilerin, TRT haber bültenlerini hazırlayanlara ne kadar teşekkür etseler az olacağını söylüyordu. “Ya ekranlarda ‘filanca ruh doktorluktur, filanca hokkabazdır’ gibi demeçlere yer verseydik ne olurdu, düşünebiliyor musunuz allahaşkına?” diyordu.
Referandum döneminde TRT için en dikkati çeken gelişmelerden biri, TRT’nin televizyon dairesindeki hemen hemen tüm yetkililerin izinli olmaları ve bu izinlerini biraz da uzatarak kullanmalarıydı. Başta daire başkanı Demiral olmak üzere, Reyman Somer, Ülkü Angılı, Selma Berksoy, İlhan Ömür gibi birçok isim “keyifle” dinleniyorlardı. Nasıl olsa bir şeyler değişmeyecek miydi? TRT’de sözleşmeli personel kadrosu olarak açılan kadrolara yeni atamalar yapılması gerekiyordu. Ama bu atamalar için de referandum bekleniyordu. Evet çıkarsa evetçiler, hayır çıkarsa hayırcılar bu kadrolara getirilecekti...
Neye mal oldu?
Referandumun topluma maliyetini kâğıda döküp hesaplamak tam olarak mümkün değildi elbette. Ama kabaca yapılan hesaplar bile müthişti: Demirel referandumun maliyetinin 16 milyar olduğunu söylüyordu.
Sadece seçim kurullarında çalışanlara ödenecek miktar 4,5-5 milyarı buluyordu. Seçmen kütüklerinin yazımında çalışan onbinlerce görevliye ödenen yevmiyeler de işin cabasıydı.
ANAP genel saymanı, partisinin harcamalarının 200 milyonu, DYP saymanı da 250 milyonu bulacağını söylüyordu. Ancak bu miktarların içinde, partililerin yaptıkları bağışlar, yardımlar, mahalli harcamalar yoktu. 50 milyon insanın bir gün boyunca eve hapsedilmesinin maliyeti ise hiçbir şekilde hesaplanamazdı.
Peki, ne içindi bütün bu çaba? Meclis’in bir günde halledebileceği bir sorunu halletmek, topu topu 50 kişinin siyaset yapma yasağını kaldırmak için...
Nokta, halkın giderek yozlaşan referandum mücadelesine gösterdiği tepkiyi ölçmek için örnek seçtiği bir işyerinde uyguladığı bir mini anket, ibret verici bir sonucu ortaya koyuyordu. Hema adlı 60 kişilik işyerinde kapıcısından genel müdürüne kadar her düzeyde uygulanan anketler, büyük çoğunlukla “sağduyuda birleşiyordu. Cevaplamalarımıza, ‘5Evet mi, hayır mı?” diye sormadık. Bu kördüğüşü, bu küfürler salvosu karşısında neler hissettiklerini sorduk ilk soru olarak. Cevaplayıcılar tek kelimeyle “tiksinti” içindeydiler. 25 yaşlarında iki çocuk annesi bir işçi, isyan içinde şöyle diyordu; “Oy vermeyin arıya, teslim olmuş karıya, diye slogan atıyor düşünebiliyor musunuz? Kimin kadınları böyle aşağılama, hakaret etmeye hakkı var?”
Bir başkası ise şöyle diyor: “Vallahi, ben artık çocuklara gazeteyi göstermiyorum. Gelip gelip soruyorlar; psikopat nedir, nonoş ne demektir diye. Çocuklara böyle örnek oluyorlar işte.”
Düzeysizlik konusunda, liderlerden dördü de olumsuz puan almışlardı halktan ama Özal 28 oyla başta geliyor, onu 21 oyla Demirel, 6 oyla Ecevit ve 5 oyla İnönü izliyordu. Bir başka sorumuzu, “Siyasi yasakların kalkması için referandum yapılması yerine, Meclis’in 1 Eylül’de toplanıp konuyu halletmesi formülüne ne diyorsunuz?” sorusuna yüzde 73 oranında “evet” cevabı alıyorduk. Geri kalan yüzde 27’si ise, referandumu tercih ettiğinden değil, bunca zahmet ve masraftan sonra artık geri dönülemeyeceğini düşündüğünden referandum yapılsın diyordu yalnızca.
Kısacası, küçük bir kamuoyu yoklaması bile, halkın sağduyusu ile doğru ile yanlışı şaşmaz bir biçimde ayırt ettiğini ve herkese notunu verdiğini ortaya koyuyordu.
Peki, kitlelerin de büyük bir tepkisini çeken bu yozlaşma nereden kaynaklanıyordu? Neden politikacılarımız, politik mücadele adına böylesi bir düzeysizliğe kayıyorlardı?
Makyavelizm egemen olunca...
“Geçmişle karşılaştırırsak, son yıllarda alıp başını giden pragmatizm ve yararcılık felsefeleri bizim politik değerler sistemimizin çöküntüsüne yol açtı” diyordu Doç. Necla Arat.
Arat’a göre, politika alanında giderek erdemli davranışlardan uzaklaşılması şöyle bir seyir izlemişti: Başlangıçta, yani 1980 sonrasında yeni bir politika anlayışının kapıları aralanmıştı. Soğukkanlılık, rasyonalizm ve yeni çağın altın makyavelizmi unutulmuştu bu arada. İşte son günlerde, bu unutulmuş kavramın siyaset sahnesindeki zaferine şahit oluyorduk yeniden. Amaca varmak için her yol mubahtır diyen makyavelistler, iki üç yıldır egemenliğini sürdüren rasyonaliteyi altüst etmişler, kaba, şoven duyguları açığa çıkarmışlardı.
Politik mücadelenin son referandumda indiği acıklı düzey, birçok sosyal siyasetçi ve sosyolog için de incelenmeye değer bir olguydu.
Aslında Türkiye, iki geleneksel politik üslup dışında yeni ve çağdaş bir politik üslup yaratamamanın sıkıntısını çekiyor diyordu birçok siyaset bilimci. Bu üsluplardan ilki, tek parti CHP’sinden miras kalan, bürokratik, halka soğuk, elitist bir siyasi üsluptu. DP hareketi ile birlikte siyasi hayatımıza giren ikinci üslupsa birinciye tepki içinde gelişen “halka inmek” için bol demagojiye ve belâgate dayanan “popülist” üsluptu. İşte siyasilerimiz, döneme göre, bu ikisi arasında gidip geliyor, kâh ağır, oturaklı, ciddi devlet adamı kılığına giriyor, kâh yumruklarını masaya indirip, kasket giyip mahalli ağızla konuşuyorlardı. Özellikle siyasi katılımın gündeme geldiği seçim gibi dönemlerde popülizmin ve bu arada düzeysizliğin had safhaya ulaştığı dönemler yaşanıyordu. Oysa Batı, artık teknokratik-iktidarlarla birlikte yeni bir üslup geliştirmişti. Gerçeklere, rakamlara dayanan, halka ne verip ne veremeyeceğini kesin ifadelerle ortaya koyan, başarıları olduğu kadar olumsuzluklara da işaret eden bu yeni tarzı, Özal bir ara dener gibi olduysa da, çabuk uzaklaşmış ve “geniş kitlelerin anlayacağı dilden konuşma” yanılgısıyla aynı batağa sapmıştı.
İşte siyaset bilimcilere göre en büyük yanılgı da zaten buradaydı. Çünkü, “kitlelerin hoşlanacağı ve etkileneceği” sanılan aslında kitleleri küçümsemekten kaynaklanan bu üslup, kitlelerin nefretini toplamaktan başka bir şeye yaramıyordu.
Yapılan kamuoyu yoklamaları, sandıktan evet çıkacağı işaretini veriyordu. Ama bütün politikacıların bilmesi gereken gerçek şuydu ki, bu sonuç, ne o “Yunan mavisi”, “nonoş turuncusu” propagandalarının, ne de “psikopat”, “hokkabaz” suçlamalarının etkisiyle olacaktı. Türk halkı, yaratılan bu olumsuz havanın etkisine rağmen, seçme hakkının sınırlamasına karşı çıkmak için gidecekti sandık başına. Ve eğer tahminler doğruysa, yasaksız bir Türkiye isteğini ortaya koyacak, bütün dünya önünde demokrasi sınavını başarıyla verecekti. Ama Türk politikacıları için aynı başarıdan söz etmek zordu. Referandum sınavı, Türk politikacıları için gerçek anlamda bir hezimet olmuştu. (HK)