Bu adımlar arasında, yükseköğretimin resmi ideolojinin kayıtsız koşulsuz emrine girmesinin ve bu amaçla YÖK düzeninin oluşturulmasının özel bir yeri vardır.
Bu yolda ilk adım 2301 sayılı yasa kabul edilerek atıldı. 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası'nı değiştiren bu yasa, 12 Eylül darbesinin 7. günü, 19 Eylül 1980'de kabul edildi.
Bu yasa, Sıkıyönetim Komutanlarının istekleri üzerine diğer kamu personeli gibi üniversite öğretim elemanlarının da görevlerine, gerekçesiz olarak, son verilmesini olanaklı duruma getiriyordu. Bunu, 7 Kasım 1980'de Gülhane Askeri Tıp Akademisi Yasası'nın kabul edilmesi izledi.
İkinci adım Yüksek Öğretim Yasası'nın kabul edilmesiydi.
Üçüncü adım, üniversite kesiminde, sıkıyönetim komutanlıklarının göreve son verme istemiyle işletilen tasfiyelerdi.
Ayrıca rektörlerin ve dekanların kişisel isteklerine göre sonuçlanan tasfiyeler de yapıldı.
Dördüncü adım olarak, önce sınırlı olan Güvenlik Soruşturması uygulaması, 1983'den başlayarak yaygın ve sürekli bir duruma getirildi.
Güvenlik Soruşturması uygulamasıyla, sıkıyönetim sona erdikten sonra da, üniversitelerde sürekli ve yaygın bir tasfiye sağlandı.
ANAP Hükümeti de bu uygulamayı sürdürdü. Tüm kamu personelini ilgilendiren bu yönetmelik Danıştay tarafından 8 Aralık 1989 tarihinde iptal edildi.
Yükseköğretim kurulu ve üniversiteler 6 Kasım 1981 tarihinde yürürlüğe giren 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası ile düzenlenmiş ve yükseköğretime ilişkin daha önceki tüm düzenlemeler yürürlükten kaldırılmıştır.
Olağanüstü koşullarda ve sıkıyönetim ortamında, askerî yöneticiler tarafından yapılan bu düzenleme yönetim geleneğine aykırı bir düzenlemedir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda dahi Osmanlı döneminden gelme bir kısım yasal düzenlemeler bir süre yürürlükte kalmıştır.
12 Eylül döneminde, ülkemizde tüm yükseköğretim mevzuatının bir anda ve ayrıntılı incelemeye dayanmadan silahların gölgesi altında yürürlükten toptan kaldırılmasının ve üniversite kadrolarının tasfiye edilmesinin temelinde ülkeyi ve nitelikli insan gücü yetiştirmekle görevli üniversiteleri resmi ideolojinin kayıtsız koşulsuz emrine alma arzusu vardır.
Yükseköğretimde bugün yaşanan ve ülke yararları ile çelişen kaos ortamı bu mantığın ve YÖK'ün dokuz yıldır süren basiretsiz ve ülke kaynaklarını heba eden uygulamasının sonucudur.
68 madde ile birçok geçici maddeden oluşan 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası'nda sık sık değişiklik yapılarak, dokuz yıldır YÖK ayakta tutulmaya çalışıldı.
68 maddenin sadece 31 tanesi değişmeden kalabildi, diğer 37 madde, bazısı birden fazla olmak üzere, değiştirildi. Bir madde, Siyasal Partilere Girme Yasağı başlıklı 59.madde, YÖK'ce ve ANAP iktidarınca değiştirilmek işlendiyse de, üniversite öğrencilerinin eylemleri üzerine, değişiklik önerisi TBMM'den geri çekildi.
2 Aralık 1987 tarihli, 301 sayılı yasa gücünde kararname ile Yükseköğretim Kurulu'nun yapısı tümüyle değiştirildi. Kurul ikiye ayrıldı, Kururdaki devlet memurlarının sayısı artırılırken, tüm yetkiler YÖK Başkanı ve Yürütme Kurulu'nda toplandı.
Değiştirilmeyen maddeler; ya doğrudan yetkili olmayan organlara ya da yönetimin göstermelik düzeyde önem verdiği, uygulamayı doğrudan etkilemeyen hükümlere ait maddelerdir.
Buna karşılık, değiştirilen ya da yeni konulan maddelerle, YÖK Başkanı'nın ve atanmış rektörlerin yetkileri artırıldı, görevden alma hükümleri konuldu, disiplin hükümleri yeniden düzenlendi. Vakıf yükseköğretim kurumu kurma olanağı sağlandı.
En çok değişikliğe uğrayan madde 44. madde oldu. Zaman zaman YÖK'ün ve atanmış rektörlerinin hatta ANAP'ın itirazlarına karşın bu madde birkaç kez değiştirildi.
Öğrencilere karşı yapılan uygulamalar o denli yanlış ve adaletsizdi ki, bu madde değiştirilerek, öğrencilere ek sınav hakkı sağlandı.
Bu arada, Gülhane Askerî Tıp Akademisi adlı askeri kurum, YÖK'ten bağımsız fakat YÖK içinde temsilci bulunduran bir fakülte-üniversite statüsünde düzenlendi.
Ayrıca yine YÖK'ten bağımsız şekilde, Polis Akademisi düzenlendi. 1982 Anayasası da bu iki kurumun YÖK'ten bağımsız olacağını öngörmüştü.
YÖK başlangıçta tüm yükseköğretimi düzenlemekten ve planlamaktan söz edilerek ortaya atılmıştı.
Temel gerekçe şuydu:
"Üniversite yöneticilerinin öğretim üyelerinin oyları ile görev başına gelmeleri üniversitelerde hiziplerin oluşmasına ve kutuplaşmalara yol açmıştır...
Doçentlerin kendi üniversitelerinde profesör olmaları büyük fakültelerde profesör sayısını doçentlerin iki katına çıkarmıştır...
Ankara, İstanbul ve İzmir dışında kalan illerde öğretim üyeleri ihtiyacın çok altında kalmıştır...
Ülkemizde yükseköğretimde okullaşma oranı başka ülkelerdekilere oranla düşüktü...
Yükseköğretim kurumlarındaki eğitim anarşisi ve ideolojik tahrikler büyük boyutlara ulaşmıştır...
Bunları önlemek için, 1933 üniversite reformundan sonra, ilk defa 1981'de köklü bir bünye değişikliği gerçekleştirilmiştir."
Temmuz 1981'de Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanan Yükseköğretim Yasa Tasarısı'nın Genel Gerekçesinde ise şu görüşlere yer verilmiştir:
"Yüksek yargı organlarınca iptal edilen hükümler yerine geçecek yeni yasalar' çıkarılamaması işleyişte boşluklar yaratmıştır...
Devletin denetim ve gözetimini sağlayacak organlar işleye-memiştir... Gerçekleştirilemeyen rehberlik hizmetleri, sosyal çalışmalar, yönetime katılma, öğrenci ihtiyaçlarının giderilememesi gibi konular yetiştirilmesi gereken insan gücünün nitelik açısından eksik kalmasına neden olmuştur...
Yükseköğretim sistemimizin mevcut bünyesel sorunlarına ileriye yönelik ve ülke gerçeklerine uygun çözümler getirilmesini sağlamak amacıyla bu kanun hazırlanmıştır..."
Geçen dokuz yıla yaklaşan süre, öne sürülen gerekçelerin hiçbirinin göz önüne alınmadığını göstermektedir. Gerçekleşen, sadece, üniversitelerin üniversite olmaktan çıkarılması, asker-sermaye işbirliğine emir kulu yetiştirecek ve bunu sürdürecek bir düzene kavuşturulmasıdır.
YÖK döneminin ilk üç yılında nitelikli öğretici kadrosundan yaklaşık beş bin kişinin üniversitelerden ayrıldığını, ikinci üç yılda ise niteliği düşük yaklaşık beş bin kişinin üniversitelere alındığını belirtmektedir.
Bu arada, öğretici başına 15 olan öğrenci sayısı 34'e çıkmıştır. İlginç olan, bu konudaki 1990, YÖK hedefinin bile 1981 'in gerisinde olmasıdır.
1990'larda ulaşılacağı belirtilen öğretici, yardımcı ve öğrenci sayılarına bakınca, YÖK yöntemleri ile bu hedeflere yarılamadığı hemen görülmektedir. Örneğin ulaşılan öğrenci sayısının (604.022) yüzde 34.6'sı (208.871) açık öğretim görmekte, örgün eğitimde 395.151 öğrenci ile hedefin gerisinde kalınmaktadır.
Öğrenci kontenjanlarını artırmanın sınırlarına varılmıştır. Her 10 öğrenciden 2'si ön lisansa, 3'ü açık öğretime, sadece 5'i üniversiteye girebilmektedir. Halen de her 10 öğrenciden 1'i ön lisansta, 3'ü açık öğretimde, sadece 6'sı fakültelerde okumaktadır.
YÖK döneminde öğretici kadroda ağırlık öğretim üyesinden öğretim görevlisi ve okutmana kaymıştır. Bu ağırlık Anadolu üniversitelerinde daha yüksektir. Son yıllarda kolay profesörlük yolu açılarak bu durum gözden kaçırılmak istenmektedir.
Yükseköğretim Yasası, antidemokratik ve baskıcı yapısı yanında, uygulanırken daha da.kısıtlanarak uygulanmış bir yasadır. Rektörler ve dekanlar kamu tüzelkişiliği bulunan üniversitelerin ve bilim temsilcileri olacakken YÖK'ün kulları durumuna düşmüşlerdir. Üniversitelerarası Kurul işlevsiz kalmıştır.
Planlamadan yoksun bulunan YÖK düzeni ülkenin bilim potansiyelini ve kaynaklarını israf etmiştir. Geçen dokuz yıl içinde öğrenci sayısı açısından sınırların zorlandığı, öğrenci niteliğinin düştüğü, öğretim kadrosundaki erozyonun ise devam ettiği ve özellikle öğretim üyesi kadrolarında niteliksel gerilemenin önlenemediği ve yeterli sayısal artımın sağlanamadığı görülmektedir.
Buna karşılık, adının "üniversite" olması bile tartışmalı bulunan ve bu yüzden sonradan bir yasa çıkarılması gereken BİLKENT, YÖK'ün tam desteği ile ayrıcalığını korumaktadır. YÖK düzeni devlet üniversitelerinde, nitelikte asgari düzeyi hedeflemiştir.
Yükseköğretimde fabrikasyon üretime gidilmiş, ülke gereksinmelerinden ziyade dışa bağımlı büyük sermayenin ucuz ve orta nitelikli emek gereksinmesinin karşılanması amaçlanmış, bilgi üretme yerine yönetime seçilmiş sınırlı bilgilerle öğretim yapılmıştır. Sermayenin yönetici kadrolarını ise BİLKENT gibi daha pahalı öğretim veren kurumların yetiştirilmesi uygun görülmüştür.
YÖK düzeninde, öğretim üyelerinin seçim ve atama yöntemleri ile sık sık oynanmış, yabancı dille öğretim yapan fakülteler çoğaltılmıştır.
Öğrencilerin örgütlenmesi sürekli engellenmiştir. Zaman zaman 1960 öncesi yöntemler izlenmiş, rektörlerin onayıyla, öğrenci ile güvenlik güçleri karşı karşıya getirilmiştir.
Bununla da yetinilmemiş, bir yandan öğrencilerin bazı güçler tarafından tahrik edildiği öne sürülmüş, bir yandan da resmî ideoloji doğrultusunda beyin yıkama faaliyetleri yoğunlaştırılmıştır.
Üniversite üniversiteler bilginin ve deneyin algılandığı, üretildiği ve aktarıldığı bir yer olmaktan çıkmış; güvenlik güçlerinin kol gezdiği, kitap ve dergi okumanın yasak olduğu hatta kahramanlığa dönüştüğü, düşünmenin, düşündüğünü söylemenin, bilgi üretmenin engellendiği bir ortama dönüştürülmüştür.
Kısacası dokuz yıllık uygulamadan sonra 12 Eylül, üniversitesiyle birlikte çöküntüye uğramıştır. 12 Eylül'ü ebedileştirecek yeni kadroların YÖK düzeninde yetiştirilmesi,
12 Eylül'ün kültürünü ve bilimini 2000'e aktaracak kadroların oluşturulması öngörüsü süreklilik kazanamamıştır. YÖK etrafında gittikçe yoğunlaşan bir toplumsal muhalefet birikimi yeni çözümlemelere yol açacak bir değerlendirme ortamı yaratmıştır.
Bu ortamda yapılabilecek şey; 12 Eylül'ü sineye çekemeyen herkesin, ANAP'ın göz boyamalarının çözüm olmadığını bilen herkesin, YÖK'ün ülkemizin geleceğini karartmasına artık izin verilmemesi gerektiğini düşünen herkesin dayanışma içinde olmasıdır. Görüşlerin açıklıkla ortaya konması, önerilerin tartışılması, olgunlaştırılması, yaşama gücüne kavuşturulması gerekmektedir.
Her konuda olduğu gibi yükseköğretim sorunlarının çözümünde de öğretim üyeleri, öğretim yardımcıları, üniversite çalışanları ve öğrenciler, emeğiyle kazanarak çocuklarını okutmaya çalışanlar kendi haklarını kendileri aramak zorundadırlar. Çözüm bu yoldan geçecektir...
Çözüm üniversitelerin Devlet eli ile yasayla kurulan kurumlar olmasından, demokratik, özerk ve yönetimde katılımcı bir yapıda örgütlenmesinden de geçiyor. Bunun en büyük engeli de bugünkü YÖK düzeni ve üniversitelerdeki kadrolarıdır.
Hem bu yeni yapıya ulaştıracak politik olanakları yaratmak, hem de bugünkü çağdışı üniversite öğretim kadrosunun bu yeni yapıyı yozlaştırmasını önleyici önlemleri almak ve üniversiteyi akademik ilkelere aykırı tutumlardan kurtarmak gereklidir.
Yükseköğretim konusu aynı zamanda ülkemizin bugününün ve geleceğinin demokratikleştirilmesi, emeğin haklarının korunması ve bilimsel-teknik altyapının sağlıklı oluşturulması konusudur.
Bu konuda toplumsal ve sınıfsal güçler arası dengelere dayanmayan çözümler YÖK düzeni gibi işlememeye ve çökmeye mahkûmdur.(HÖ/AD)